Etiketler

Sayfalar

27 Ekim 2010 Çarşamba

ah o



okuya okuya yazmayı mı öğrenir insan yoksa tam da yazmamayı mı? niye bir porno film ya da acıklı şarkı etkisi yaratır ki okumak? porno izlerseniz mastürbasyon yapmanız, acıklı şarkı dinlerseniz hüzünlenmeniz gerekir. okuyunca da yazmak mı?

23 Ekim 2010 Cumartesi

punk kraliçesi ananızın elinden öpüyor!



Birinin bana şarkı dinletmesini, 'bak dur şimdi şunu dinle' demesini pek sevmiyorum. Şarkı hakkında yorum yapmam, onu hemen oracıkta beğenmem ya da yermem gerekiyormuş gibi geliyor. Halbuki şarkıları öyle sevmem. Onları sevmeye ya da sevmemeye karar verişlerim bir sürü başka şeyle de ilgilidir. Kimseye de şarkı dinletmem. Onların da benimkine benzer hassaslıkları olabilir çünkü. Ama bazen, başka şeylerde de olduğu gibi, heyecanlanıp dinletiyorum. Yüzlerine bakıyorum, benim hissettiğimi hissederler mi acep diye. Nafile. Neden böyle bir şey olsun ki. Mucizelere inanmam.
Zaten şarkılar hakkında 'İskandinav Usulü Minimal ve Melankolik', '60'ların asi ruhunu cazırdayan gitarlarla yeniden diriltiyor' ya da, 'Punkın kraliçesi bu son şarkısında ananızın elinden öpüyor' gibi cümleler de kuramıyorum.

21 Ekim 2010 Perşembe

eskiden rastlaşacaktık ya da şimdi tam zamanı


kadın olan, adam olanın sağ gözünün altındaki bir çiziğe okşar gibi dokundu. 'Naaptın burana?' dedi. Caddeden vızıltıyla geçen arabaların gürültüsünden duymuyordum ama sanki, "Hep böyle dikkatsizsin, bak kesmişsin şuracığını, ah ah..." diyordu. Adam gülümseyerek kadının yüzüne bakıyordu. Sonra, "Sen benim gençliğimi görecektin" dediğini duydum. Tanışmadıklarını, oracıkta rastlaştıklarını, ışığın kırmızıya dönmesinin şerefine bu büyülü anın vuku bulduğunu anladım. Adam kir pas içinde. gri kırçıllı bir palto geçirmiş sırtına, elinde, içi kâğıt, çöp, şişe dolu olduğunu sandığım bir çuval var. Kadın, bembeyaz saçları, üzerine bol gelen siyah ceketi, pis kahverengi pantolonu ve biri topuklu diğeri düz ayakkabasıyla adamın suratına bakıyor, yarasına dokunuyor. Adam yaşlı ama heybetli. Dediği doğruysa gençliğinde 'çok yakışıklı'. Işık yandı. karşıya geçtim. hiç tutmadım kendimi. ağladım. Ben hayatımda ilk defa şefkatin böylesini gördüm. iki evsiz, bir ışık, bir çizik, bir ihtimal...

19 Ekim 2010 Salı

insan yaşadığı yere benzer


mendilimde kan sesleri


Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

edip cansever

8 Ekim 2010 Cuma

légume


kadın tezgahın üzerinde greyfurtun içini oyuyor. erkek, yanımda oturmuş, kerevize benzeyen bir bitkiyi küçük parçalara ayırıyor. arada bana da uzatıyor, 'legume' diyor, 'anis' diyor. ikindi vakti, hava karanlık, paris'e yağmur yağıyor. biz o üç katlı evin ilk katındaki beyaz formika dolaplı, sarı ışık aydınlatmalı mutfakta, 'radyo france' dinleyip, 'legume'ler doğruyoruz noel yemeği olmaları için. saat daha erken ama, adam bir şişe şampanya açıyor. şampanyanın, nasıl denir, parayla filan ilgili bir şey değilmiş gibi açılması, yumuşak hareketlerle, ikindi vakti radyo dinleyip, sebze soyarken içilmesi bende bir acayip haller, bir tuhaf duygular... kadın, içini oyduğu greyfurt kabuğunun içine, lapamsı bir şeyler koyuyor kaşık kaşık, soyalı bişeymiş, anlatıyor bana, fransızca. 'oui, merci' filan diyorum. bu yemeği benim için yapıyor. et yemediğim haberi, benden önce gelmiş. büyük kafa ve el hareketlerinden destek alıp, gırtlaktan çıkabilecek tüm 'r'leri itiyorum. az konuşuluyor. her şey sanki sarı sisli bir ışık içinde. küçükken, annemlerin arkadaşlarıyla geceye uzayan sohbetlerini dinleye dinleye uyuduğum zamanlardaki gibi, içimden türkçe bir şarkı söyleyerek radyo france'daki fransızca şarkıya eşlik ediyorum.

bir daha


Rungis sebze halinde, o sene ocak ayında 38 bin 431 ton domates ithal edilmiş. O sessiz ve karanlık evi domates soslu makarnayla ısıtmaya çalışmamız. bir de senin piyanonun başına oturuşların. çalışların demiyorum bak. senin piyano başına oturmaların bir olay. bir de karamela dolu kavanozların. bahçeye çıkıp sigara yakıp susmalarımız. yazın çocuk çığlıklarıyla dolup taştığına yemin edebileceğimiz apartmanın arkasına düşen bahçede, üzerine kar yağmış çocuk parkı mobilyaları. sert plastikten kaydıraklar ve salıncaklar. o sonsuz mutluluk ve kasvet hissinin birbirini yenmeye çalışan iki pehlivan gibi habire boğuşması, ellerinin kayması, sonunda kasvetin kazanması.
paris'te, biz, senle, şehrin on dakika dışındaki bir evin arka bahçesinde çok güzel sigaralar içtik. yeni yılın bir daha üzerimizden hiç böyle büyük bir acıyla geçip gitmeyeceğini bilip susarak, o sessiz arka bahçede sigaraları yavaş yavaş ve çok güzel içtik.