Etiketler

Sayfalar

9 Nisan 2010 Cuma

Anılarınız itinayla tamir edilir



Lizbon'daki oyuncak bebek tamir evi 'Doll Hospital 1830', kolu kopmuş, saçı dökülmüş oyuncak bebeğinize basit bir 'tamir' işinden fazlasını yapıyor. Bu dükkânda bebek 'toplatana' anılar bedava!

Lizbon'un antikacılar çarşısına çıkan arnavut kaldırımlı dar sokaklarından birinde, havasında melankoli ve biraz da toz kokusu olan bir küçük dükkân var: 'Doll Hospital 1830'. Kapıdaki yeşil tabelaya beyazla yazılmış '1830'un görmüş geçirmiş ses tonuyla tembihlediği üzere sanki, mütevazı vitrini albenisiz. Önünden geçerken azcık dikkat kesilmeseniz, içerde bulmaca çözen suratsız bir terzi olduğunu ve dükkân terziden başkasını zinhar alamayacağı için adamın her günü siftahsız kapattığını falan düşünür, yüzünüzü atkınıza biraz daha gömer, başınızı çevirmeden geçer gidersiniz.
Ama bir bilseniz, o kapıyı açtığınızda karşınıza çıkacak dünyayı; bir bilseniz, çok eskiden yaşanmış bir sonbahar öğleden sonrasının, tam da o anın kokusuyla birlikte burnunuzu sızlatıp geçeceğini... Heyecandan terlemiş avuç içinizde tuttuğunuz bir kâğıt parçasına yazılmış adresle o dükkânı arar dururdunuz.
Muhtemelen önünüzde de küçük ve sabırlı adımlarla aynı yöne giden Bayan Alverenga ya da Bay Cartairo olurdu. Bayan Alverenga kucağında özenle tuttuğu buruşuk poşetin içinde, kendisine 10. doğumgününde babasının bir arkadaşı olan yakışıklı deniz subayı Pedro de Mondenga'nın hediye ettiği sarı saçlı porselen bebekle, Bay Cartairo'ysa üniversite eğitimi için Amerika'ya giden torunu Isabel'e beş yaşındayken aldığı kuzguni saçlı, ela gözlü bir plastik bebekle '1830'a doğru yol alırdı. Bayan Alverenga az sonra o yağmurlu sonbahar gününü ve annesinin doğumgünü için hazırladığı kurabiyelerin zencefil kokusunu, Bay Cartairo'ysa tıpkı kucağında tuttuğu bebek gibi merhametli bakan melek torunu Isabel'in yasemin kokusunu anımsayacak olurdu. Çünkü sahiplerinin söylediğine göre, bu dükkânın kapısı her açıldığında ve o küçük çanlar her titreştiğinde birileri bir kokuyu, bir ânı, bir insanı ve en çok da kendi çocukluğunu anımsıyor.

Bebeğin kolu, sahibinin kalbi...

Dükkânda yıllardır çalışan ve hayatında başka iş yapmamış ve muhtemelen de yapamayacak olan Manuela Cutileiro mesela, "Ben burada çok mutluyum. Kim ömrü boyunca bebeklerle oynayacak zaman bulur ki? Bense gün boyunca onları temizliyorum, iyileştiriyorum, giydiriyorum ve onları o halde gören sahiplerinin ışıldayan bakışlarını görüyorum. Daha ne isterim!" diyor.
Avrupa'nın en eski 'oyuncak bebek tamir evi' burası. Ama onlar 'tamir' ya da 'ameliyat' sözcüklerini kullanmayı pek sevmiyor. Ameliyat önlüğü giymiş, büyük bir titizlikle önündeki bebeğe kirpik diken Lurdes Cardoso, "Biz bu bebekleri tamir etmiyoruz, onları seviyoruz, onlara ilgi gösteriyoruz ve onların ve sahiplerinin tekrar gülümsemesini sağlıyoruz" diyor.
Anlattıklarına tamam diyorsunuz, nihayetinde siz de zamanında bir plastik bebeğe yemek yedirip altını değiştirmiş, saçını taramış, hatta annenizin en sevdiği gömleğinin kolunu kesip ona elbise bile yapmışsınızdır ama o noktada da bırakmışsınızdır işte paşa paşa... Bebekleri 'hayatta tutma arsızlığı, sahibi çoktan mefta olmuş bir bebeğin hâlâ cin gibi bakıp gülümsemesi, yani ısrarın bu kadarı biraz 'korkunç', biraz ağır gelir.
Sonra, bu bebek tamir evini ziyaret edenlerin çoğunun, bebeğin kolundaki değil de kendi kalbindeki kırığı yapıştırtmaya, bebeğin yüzünü değil kendi yüzünü cilalatmaya, bebeğin değil yılların tozunu aldırmaya geldiğini öğrenirsiniz. Aslında buranın biraz tuhaf bir yolla da olsa kişilere anılarını, geçmiş zamanı, bebeğin eve geldiği o günü tekrar armağan eden masallardan çıkma bir küçük dükkân olduğunu anlar adresi bir yerlere not edersiniz.

pas de 'pic-nic'

fdb4


fairuz derin bulut. üsküdar sahili. balıkçı barınağı.
fairuz. beyrut. havaalanı.

Naylonu kötü kadınlar giyer





ABD’li bir kimyager tarafından ‘tesadüfen’ bulunan naylon çorap 70 yaşında. Naylon giyen kadınların ‘kötü’ bellendiği zamanlardan, üstüne bir tek bluz giyilip sokağa çıkılan zamanlara naylon çorabın öyküsü hem çok matrak hem de hüzünlü.

İpekliden sonra, pamukludan önce kadınların gözbebeğiydi. Kıt olduğu vakitler bir arzu nesnesine dönüştü, üzerine türküler bile yakıldı. Sovyet döneminde kuzeyli kadınlar onu mumla aradı, naylon çorap dönemin tektaşı oldu. Rivayet o ki, o dönem kuzeye seyahat eden erkekler bir çift çorapla çok canlar yaktı. Yıllar geçti ama ‘ince çorabın’ havası hiç sönmedi. Bir dönem ten rengi ve süper ince siyahı arasında seçim yapmak zorunda kalanların şimdi zebrası, leoparı, ekosesi, örgülüsü, çizgilisi arasında başı dönüyor.
İlk naylon ipliği ABD’li şirket DuPont’un kimyageri Wallace Hume Carothers tarafından tesadüfen bulunmuş. Eritilmiş polyester geçirilen çubuklar birbirinden uzaklaştırıldığında, ortaya ipeğe benzer yapıda kopmadan uzayabilen bir malzeme çıktığını gören Carothers, bu sağlam ipliği ‘değerlendirmeye’ karar vermiş. Malzemenin giysi yapımına uygun olmadığını keşfeden Carothers, polyester yerine poliyamid kullanmaya karar verince, Türk filmlerine göre ancak kötü kadınların giyebileceği ‘naylon çorap ve gecelikler’in ilk örnekleri türemiş. Muhakkak rastgelmişsinizdir, pavyondan kurtardığı sevgilisine, “Evinin kadını olacaksın, naylon gecelik giymeyeceksin” diye emir veren bir Kadir İnanır, bir İbrahim Tatlıses, ya da bir Emrah’a. Aynı filmler, pazen giyerek de pekala kötülük yapılabileceğini gösterdi defalarca ama naylonun akıllarda kalan imajı hep ‘kötü’ oldu. İmaj hâlâ düzelmiş değil, zira forumlarda ‘naylon çorap caiz midir?’ başlığına ‘kılları göstermeyecek kadar kalın olması şartıyla’ gibi notlar düşülmüş.
İlk naylon ipin üretilmesi 1938’e, ilk naylon çorabın tezgaha düşmesiyse 24 Ekim 1939’a rastlıyor. Dört günde tüketilen çorap miktarı 4 milyon adete varınca, DuPont bunun kârlı bir iş olduğunu anlayıp, üretimi artırıyor. Daha sonra 2. Dünya Savaşıyla birlikte şirket naylonu paraşüt, ip ve çadır yapımında kullanmaya başlıyor. Yani, her buluşun gün gelip militarizme hizmet etmesi kuralı burada da işliyor. Aslında DuPont’un sicili bu konuda pek temiz değil. Naylon çorap yapan eller tabii ki çok geçmeden çeşitli bomba içerikleri de hazırlıyor ve Du Pon, İkinci Dünya Savaşı’ndan kârlı çıkıyor. Nylon and Bombs: Du Pont and the March of Modern America’ adlı kitap bu konuda zihin açıcı notlarla dolu.


Tabakalar halindeki naylonların birleştirilmesiyle üretilen arkası dikişli naylon çoraplar son derece seksi bulunuyor ve dönemin aktrisleri ve sosyetesi tarafından baş tacı ediliyor. Dikişli naylon çorap bulamayan kadınların bacaklarının arkasına kömür ve göz kalemiyle yukarıdan aşağıya doğru dikiş çizgisi çizmesiyse ayrı bir tarihi anekdot. İncecikliğiyle varlığı belli bile olmayan çorabın varlığını belli etmenin bir yolu olan bu siyah ince çizgi neredeyse bir statü sembolü. Woody Allen’ın ‘Radio Days’ (Radyo Günleri) adlı filminde de benzer bir sahneye rastlarız. Çorap alamayan kadınlar bacaklarının arkasını çizi çiziverir.
Külotlusunun çıkışı 60’lar. Bugün kullanılanların atası olan likra ve ipek karışımlı naylon çoraplar da ilk olarak 60’ların sonunda üretilmeye başlanıyor. O yıllarda Paris’te pek revaçta olan naylon çorap ünlü modacılar tarafından da rağbet görüyor. Coco Chanel, Jean Patou ve Christian Dior gibi modacılar DuPont’a sipariş üstüne sipariş veriyor. Aslında naylon çorap modanın da ‘devrim’ sayılan parçalarından. Bir kere ten rengi olanı o zaman için bir cesaret, bir meydan okuma. Siyah süper ince olanı, topuklu ayakkabı ve mini etekle kombinlenince seksapele ağır katkı. Dantellisi yürek hoplatıyor, filesi dudak uçuklatıyor.
70’lerde ‘sağlıklı değil’ diye havası azcık sönse de kadınların kalbini çoktan fethettiği için bu sağlık mevzusu pek tutmuyor. Bugüne gelene kadar türlü şekle giren naylon çorap modanın da ‘devrim’ sayılan parçalarından. Bir kere ten rengi olanı o zaman için bir cesaret, bir meydan okuma. Siyah süper ince olanı, topuklu ayakkabı ve mini etekle kombinlenince seksapele ağır katkı. Dantellisi yürek hoplatıyor, filesi dudak uçuklatıyor.
80’lerde Türkiye’de çok kullanılan ama henüz ‘ucuz’lamayan naylon çoraba yeni nesil ‘çok anne işi’ gözüyle bakıyordu ki, geçen seneden itibaren Penti’nin atağıyla etrafı rengârenk külotlu çoraplar sardı. Üzerine uzun bir tişört/elbise geçiren, ‘altına bir şey giymeyi unutmuş’ gibi kendini sokağa attı, çorap rahat bir pantolon işlevi görür oldu.

‘Benjamin’in ‘Ben’i





Her faniye kısmet olmayacak türden bir büyüyü, hakikatin fena çarpan büyüsünü solumuş ‘tanrı bakışlı çocuk’ Walter Benjamin, mektupları dışındaki hiçbir metninde ‘ben’ sözcüğünü kullanmadı.

“Zihin, nesnesine ancak uzaktan, kendini geri çekerek, bütünlük fikrinden vazgeçerek yaklaşmalıdır. Geçmişin ya da uzak ruhsal dünyaların ifadelerini kendine mal etmek, kendi fantezilerinin parçası kılmak yerine, nesnenin ve olguların kendisinin konuşmasına izin vermelidir" diyen bu melankolik adam, yazmaktan imtina ettiği ‘ben’i yaşatmayı da zul sayıp, Gestapo takibinden kurtulmak için kaçtığı İspanya-Fransa sınırındaki küçük bir kasabada (1940’ta henüz 48 yaşındayken) yok etti.

Kuşağının birçok yazarından daha iyi Almanca yazabilmesinin nedenini ‘ben’ sözcüğünü kullanmamaya borçlu olduğunu söyleyen Benjamin, tümüyle alıntılardan oluşan yapıtlar hazırlarken gösterdiği ‘geri çekilme refleksini’ de aynı damardan besliyordu: İşin içine ‘ben’i katmadan anlamak ve anlatmak!

Alıntı yapmayı şeref sayıyordu Benjamin. “Bir şeyin değerli olabilmesi için illa ‘ben’den çıkması gerekir” (Kendi osuruğu insana ciğer tava gelir, kargaya yavrusu kuzgun görünür…) diyenlere inat Baudelaire, Dostoyevski, Proust, Kafka, Brecht, Karl Kraus, Eduard Fuchs, Nikolay Leskov’dan alıntılar yaptı. Bir başkasının kendisinden önce, kendisinden güçlü, kendisinden doğru ifadeler, tanımlamalar, benzetmeler yapabileceği fikrini bir yazar, bir düşünür, bir filozof ve kültür eleştirmeni olarak benimsemesi ayrıca takdire şayandı. Çünkü bizim bildiğimiz, yazar denilen insan, ‘ben’ demekten hoşlanır, hatta ‘ben’ iyle oynamaktan pipisiyle ve kukusuyla oynamaktan haz alan ergen gibi haz alır, çıkan matahlığı da binlerce bastırmaktan, ona imza günleri falan yapmaktan geri durmazdı. Benjamin’se, ‘ben’iyle oynamak bir yana, onu görmezden geliyor, kendisini dışarıda bırakarak aşkın bir hakikate ulaşmayı arzuluyordu. Bu haliyle, alıp başa tac edilesiydi.

Benjamin, ‘ben’inden metinlerde çekmediğini kısa ömründe layıkıyla çekti. “Bir dildeki yabancı sözcükler gibidir” diye tanımladığı Yahudiliği 1900’lerin başında Avrupa’yı saran faşizm için iştah kabartıcı, melankolikliğiyse modern dünya için fazlaydı. Ölümünden bir yıl önce Alman mülteciler tarafından yayımlanan bir dergide çıkan yazısı nedeniyle Alman vatandaşlığından çıkarıldı. Almanların Fransa’yı işgal etmesi ve Paris’teki evini Gestapo’nun basması üzerine 1940’ta Fransa’nın güneyindeki Portbou kentine kaçtı; burada polis tarafından Gestapo’ya teslim edileceğini öğrenince intihar etti. Kendine bile teslim etmediği ‘ben’liğini başkalarına teslim etme fikrinin ağırlığına dayanamadı.

“Kendimi sözcüklere –aslında bulutlardan başka şey değildir- saklamayı çok erken öğrendim” diyen Benjamin; ‘kendini’, saklayacak, örtecek, kollayacak bulutları gördüğünde ve onu oraya götürecek tali yolu (çünkü intihar sanıldığı gibi ölüme giden ana değil tali yoldur, çok kez planlanmıştır ve çok defa ölümün buruk acısı hissedilmiştir. Öncesi vardır, pratiği vardır, alt yapısı sağlamdır, ince elenip sık dokunmuştur, intihar en şık ‘ben olma’ şeklidir! İnsan kendisini en çok intihar etmeye karar verdiğinde tanır) bulduğunda hiç çekinmedi. Yazarken konuşmasına izin vermediği benliğini, ‘alınyazısı’nı yazarken kuşku duymadan karşısına alıp sohbet etti. Benjamin ancak ‘son bakışta’ ‘ben’ dedi.


Benjamin kendisi için olduğu kadar, onu okumaya ve anlamaya hevesliler için de çıkmaz bir sokak. Oğuz Demiralp, Benjamin arayışımıza önemli bir katkı sağladığı ‘Tanrı Bakışlı Çocuk’ önadlı kitabında şöyle der: O denli kolay mı Benjamin'i bulmak? "Haddimi aşmış olmak olarak görülmezse tanrıbilimsel diyebileceğim yönden başka yönde aramayı ve düşünmeyi hiç beceremedim. Yani Tora'nın her bölümünde kırk dokuz katman imlem olduğuna ilişkin Talmud öğretisine göre aradım ve düşündüm" demiş bir arayıcı/kazıcı o. Yeni kitaplara saptım. Bir gün Strasbourg'da "Walter Benjamin Geçiti" adını taşıyan garip bir sokağa çıktım. Birkaç bina arasındaki bir avluya götürdüğü için aslında çıkmaz nitelikte bir sokak.

Şimdi yukarda yazdıklarımı okudum da, sanki anlatamamışım. Ey şu yazıyı okuma zahmetine giren okur, karşımda otursaydın takınacağım tavırla söylersem olay şudur.

-Abi sen bir yazarsın, yazıyorsun ve hatta metnin kralını, allahını yazıyorsun ve o metinlerde ‘ben’ sözcüğü geçmiyor. İnat için yapsan, yani ne bileyim bir iddiaya girsen yine geçer bir yerlerde. Adam ‘ben’ demiyor ya! Senin, bırak yazmayı okumaya ömrünün vefa etmeyeceği metinleri sana kendisinden bahsetmeden anlatıyor.

-Haa tamam o zaman ya, öyle desene.

-Dedim.

-İyiymiş.



Üçüne merdiven dayamış yeğenim geçenlerde yüzüme bakıp “Ben demek sen demek, sen demek ben demek” dedi. Hafif kuşkulu ve olumlu cümleyi soru cümlesi haline getiren bir vurguyla. Ben bu cümlenin, konuşmaya yeni başlayan yeğenimin teyzesine duyduğu büyük sevgiyi anlattığını düşünüp, “Baksanıza beni çok seviyor” diye bağırınca ablam, “Yok, olay o değil” der gibi kaşlarını kaldırdı. Meğer sevgili yeğenim ‘ben’ ve ‘sen’ arasındaki varoluşsal farkı anlamaya ve bunu dille ilişkilendirmeye çalışıyormuş. Yani, ‘ben’ kendime ‘ben’ diyorsam o nasıl kendine ‘ben’ dermiş? ‘Ben’ sözcüğü benimle ilgiliyse nasıl olur da bir de onunla ilgili olurmuş? Nasıl olur da herkes ‘ben’ olurmuş?

‘Ben’i henüz olmayan yeğenim Efe ve ‘ben’ini azad eden Benjamin siz çok
yaşayın e mi?

Pazartesi Başlıyorum ya da Güneşli Pazartesiler




Bunlar Cadiz'li sokak müzisyenleri. Gruplarının adı 'Pazartesi Başlıyorum'. İşsizliğin kronik olduğu Cadiz'de sokak müzisyenlerinden oluşan bir müzik grubuna daha çok yakışacak başka bir isim olamazdı. İşsizlik bu bölgede büyük bir sorun ama halk bunu dert etmiyor gibi görünüyor. Bol güneşli bir memleket Endülüs. Şarap içip, şarkı söyleyebildikleri sürece mutlular.
Bir İspanyol atasözü diyor ki mesela: "Hayat dört günden ibarettir. İlki doğduğun gün, ikincisi öldüğün gün. Aradaki iki günde bolca eğlenmelisin".
'Güneşli Pazartesiler' geliyor aklıma. En sevdiğim filmler arasında ilk 10'a girer rahatlıkla. (şimdilik:))
'İşsizlik aslında sadece bir iş sahibi olmama durumu değildir'i öyle güzel anlatır ki.