

Lizbon'daki oyuncak bebek tamir evi 'Doll Hospital 1830', kolu kopmuş, saçı dökülmüş oyuncak bebeğinize basit bir 'tamir' işinden fazlasını yapıyor. Bu dükkânda bebek 'toplatana' anılar bedava!
Lizbon'un antikacılar çarşısına çıkan arnavut kaldırımlı dar sokaklarından birinde, havasında melankoli ve biraz da toz kokusu olan bir küçük dükkân var: 'Doll Hospital 1830'. Kapıdaki yeşil tabelaya beyazla yazılmış '1830'un görmüş geçirmiş ses tonuyla tembihlediği üzere sanki, mütevazı vitrini albenisiz. Önünden geçerken azcık dikkat kesilmeseniz, içerde bulmaca çözen suratsız bir terzi olduğunu ve dükkân terziden başkasını zinhar alamayacağı için adamın her günü siftahsız kapattığını falan düşünür, yüzünüzü atkınıza biraz daha gömer, başınızı çevirmeden geçer gidersiniz.
Ama bir bilseniz, o kapıyı açtığınızda karşınıza çıkacak dünyayı; bir bilseniz, çok eskiden yaşanmış bir sonbahar öğleden sonrasının, tam da o anın kokusuyla birlikte burnunuzu sızlatıp geçeceğini... Heyecandan terlemiş avuç içinizde tuttuğunuz bir kâğıt parçasına yazılmış adresle o dükkânı arar dururdunuz.
Muhtemelen önünüzde de küçük ve sabırlı adımlarla aynı yöne giden Bayan Alverenga ya da Bay Cartairo olurdu. Bayan Alverenga kucağında özenle tuttuğu buruşuk poşetin içinde, kendisine 10. doğumgününde babasının bir arkadaşı olan yakışıklı deniz subayı Pedro de Mondenga'nın hediye ettiği sarı saçlı porselen bebekle, Bay Cartairo'ysa üniversite eğitimi için Amerika'ya giden torunu Isabel'e beş yaşındayken aldığı kuzguni saçlı, ela gözlü bir plastik bebekle '1830'a doğru yol alırdı. Bayan Alverenga az sonra o yağmurlu sonbahar gününü ve annesinin doğumgünü için hazırladığı kurabiyelerin zencefil kokusunu, Bay Cartairo'ysa tıpkı kucağında tuttuğu bebek gibi merhametli bakan melek torunu Isabel'in yasemin kokusunu anımsayacak olurdu. Çünkü sahiplerinin söylediğine göre, bu dükkânın kapısı her açıldığında ve o küçük çanlar her titreştiğinde birileri bir kokuyu, bir ânı, bir insanı ve en çok da kendi çocukluğunu anımsıyor.
Bebeğin kolu, sahibinin kalbi...
Dükkânda yıllardır çalışan ve hayatında başka iş yapmamış ve muhtemelen de yapamayacak olan Manuela Cutileiro mesela, "Ben burada çok mutluyum. Kim ömrü boyunca bebeklerle oynayacak zaman bulur ki? Bense gün boyunca onları temizliyorum, iyileştiriyorum, giydiriyorum ve onları o halde gören sahiplerinin ışıldayan bakışlarını görüyorum. Daha ne isterim!" diyor.
Avrupa'nın en eski 'oyuncak bebek tamir evi' burası. Ama onlar 'tamir' ya da 'ameliyat' sözcüklerini kullanmayı pek sevmiyor. Ameliyat önlüğü giymiş, büyük bir titizlikle önündeki bebeğe kirpik diken Lurdes Cardoso, "Biz bu bebekleri tamir etmiyoruz, onları seviyoruz, onlara ilgi gösteriyoruz ve onların ve sahiplerinin tekrar gülümsemesini sağlıyoruz" diyor.
Anlattıklarına tamam diyorsunuz, nihayetinde siz de zamanında bir plastik bebeğe yemek yedirip altını değiştirmiş, saçını taramış, hatta annenizin en sevdiği gömleğinin kolunu kesip ona elbise bile yapmışsınızdır ama o noktada da bırakmışsınızdır işte paşa paşa... Bebekleri 'hayatta tutma arsızlığı, sahibi çoktan mefta olmuş bir bebeğin hâlâ cin gibi bakıp gülümsemesi, yani ısrarın bu kadarı biraz 'korkunç', biraz ağır gelir.
Sonra, bu bebek tamir evini ziyaret edenlerin çoğunun, bebeğin kolundaki değil de kendi kalbindeki kırığı yapıştırtmaya, bebeğin yüzünü değil kendi yüzünü cilalatmaya, bebeğin değil yılların tozunu aldırmaya geldiğini öğrenirsiniz. Aslında buranın biraz tuhaf bir yolla da olsa kişilere anılarını, geçmiş zamanı, bebeğin eve geldiği o günü tekrar armağan eden masallardan çıkma bir küçük dükkân olduğunu anlar adresi bir yerlere not edersiniz.








