Etiketler

Sayfalar

19 Aralık 2010 Pazar

başakla taşaklı bir gün


başaklar bizim sokağa sonradan taşınmıştı. sonradan, yani, herkes en yakın arkadaşını seçtikten çok sonra. başak hepimizden uzun boylu, hepimizden sarı saçlı, hepimizden yeşil gözlüydü. çiçekli gömlekler, kot şortlar ve beyaz spor ayakkabılar giyiyor, asla bizimle konuşmadan ekmek, yoğurt, bir paket de uzun maltepe almalardan dönüyordu. henüz bir bebek olduğunu bildiğimiz kardeşi ece ise mahallede bir efsaneydi. varlığından haberdardık ama onu gören olmamıştı. bizim, kışın ortasında azcık güneş gören annelerimiz tarafından, mavi, pembe hırkalarına birer nazar boncuğu iliştirilip sokağa çıkarılan topaç kardeşlerimiz gibi değildi ece. o bir ev ecesiydi. mahallenin bütün erkekleri başağa hasta, bütün kızlarıysa başağa gıcıktı. başak, hepimizin ilk ulaşılmazlık deneyimiydi. ama bir yandan da ona ulaşamıyor oluşumuz bizi birbirimize daha da bağlıyordu.
sürekli başaktan konuşmak istiyorduk ama başakla ilgili en büyük sorunlardan biri de enformasyon sıkıntısıydı. kız hakkında kimse bir şey bilmediğinden, 'az önce kasapta gördüm, yarım kilo kıyma alıyordu' türünden bilgiler, en az yarım saatlik konuşma malzemesi çıkarıyor, 'akşama sulu köfte var demek ki', 'yok la ne sulusu kuru yapar onlar, yanına da patates kızartması, bir de ayran', 'ne ayranı be, kola alırlar' gibi ağız sulandıran diyaloglara sebep oluyordu.
aylar geçti, başak ne yanımıza yanaştı, ne oyunumuza karıştı. mahallenin çocukları olarak artık bu durumu daha fazla gururumuza yediremiyorduk, bir şeyler yapmalıydık. herkes hep bir ağızdan konuştu, bağırdı ve en sonunda başağa kestiğimiz ceza belli oldu. onu her gördüğümüzde arkasından 'taşak' diye bağıracaktık. taşağın ne olduğu hakkında hiç bir fikrim olmadığı gibi, kızın adının baş harfini değiştirmenin nasıl bir ceza olduğunu da anlayamamıştım.
karar almamızın üzerinden on dakka geçmişti ki başak göründü. ve hiç yapmadığı bir şeyi yapıp bize yaklaştı. sanırım artık kendini hazır hissediyordu, yanımıza gelmişti. yaklaştı, yaklaştı... ben birden bağırıverdim, 'taşaaak'!
güzel başak dondu kaldı, bir adım geri attı, ağlayarak gerisin geri koştu. herkes bana baktı ve kahkahayı kopardı.
bir kaç hafta sonra, bir yaz günü öğle vakti sokağa çıktım. kimsecikler yoktu. sokağın, arsanın bu kadar ıssız olması tuhaftı ama pek takmadım. yandaki arsanın duvarına çıkıp, kertenkele yakalamaya çalıştım. öğle güneşi beynimi pişiriyordu, sokakta kimse yoktu, çok tuhaf şeyler düşündüm. o gün, orada hissettiğim hüznün aynısını hayatımın bugüne kadarki kısmında bir daha hissetmedim.
tam artık eve gideyim diye düşünüp duvardan iniyordum ki, karşımda başağı gördüm. geldi, duvara çıkıp yanıma oturdu. anlatmaya, sormaya başladı. anlattım, sordum. çok güldük, çok eğlendik. o benden sanırım altı yaş büyüktü, ben o zamanlar altıysam, o da on iki işte... güneş çok güzeldi, çimenler çok güzeldi, başak çok güzeldi, ayaklarımızı birbirine dayayıp duvarda uzandık, gözlerimi kapattım, göz kapaklarım pembeydi, güneş tam tepedeydi, hayat çok güzeldi... başakla güneşi batırdık, evlerimize gitme zamanı gelince 'iyakşanlar' deyip uzaklaştık. başak ilerleyen günlerde de eskisi gibi mesafeli, yabancı, ilgisiz davrandı bize. hiç bakmadı yüzümüze. zaten bir kaç ay sonra da taşındılar. taşınırlarken eceyi gördük. gerçekti. sarışın bir bebekti. arkasından çok konuşuldu başağın, o bizim ilk 'toplu kaybedişimizdi'. onunla bir gün geçirdiğimi ise kimselere anlatmadım, kendime deli dedirtmedim.

yalanını yedim


işyerinin yemekhanesinde servis yapan genç kadına, 'bu tavukgöğsünde tavuk var mı?' diye sordum. 'yok' dedi. yüzüme baktı, 'gerçekten yok, yalancı o' dedi. gülümsedim, aldım, yalanını 'yedim'.

kışın içinden geçip giden



hava soğuktu. ama daha da soğuyacaktı. bunu bildiğimden akşam evin önüne bir ton kömür döktürdüm. hamza abi kamyonuyla geldi, kömürü gürültüyle döktü, gitti. sabah tülü aralayıp iri, kara ve yağlı parçalardan oluşan yığına baktım. onlara dokunduğumu hissettim. Elimden kayıveren, tuhaf formlarıyla kavramanın pek güç olduğu fosil kalıntıları. babam odaya girdi, yanıma geldi, "biz taşırız, sen kahvaltıdan sonra git dükkânı aç" dedi. formika masanın tek kanadını açtık, peyniri, zeytini, gül reçelini, çayı koyduk. gürül gürül yanan sobanın ısıttığı odada sessizce kahvaltı ettik. Babam, karım, çocuklar... o zaman sen yoktun. 'olmana' daha bir saat vardı.
dışarı çıkınca, kömür yığınına bir daha baktım. bir ton kömürle kışı çıkarabilir miyiz diye ölçüp biçtim. Küçük parçalara böldüm kafamda. aylara, günlere, saatlere, anlara... Cadde boyu yürüdüm. yol kenarında uyuz bir köpek gördüm. Kemikleri dışarı çıkmış bir ucube... derisi kanserli, siğilli, içi irin dolu yaralı. bana baktı uzun uzun. bu kışı çıkaramaz diye düşündüm.
kepenkleri kaldırdım. gürültüyü duyunca bakkal serkan kafasını uzattı yan dükkândan. "selamünaleyküm ramazan abi" dedi. "aleykümselam" dedim. "hayırlı işler"
"sana da abi." dedi. "yeni demledim çayı, otursun da içelim."
"olur" dedim.
kapının kilidini açtım, içeri girdim. ışıkları yaktım. elektrikli sobayı çalıştırdım. tezgâhın arkasına geçtim.
işte sen tam o anda 'oldun'. vitrine bakıyordun. altınların yüzüne vuran aydınlığı içinde ucu kızarmış burnunu gördüm önce. üzerinde beyaz bir manto vardı. kolunda da eski bir çanta, sımsıkı tutmuştun. vitrine bakıyordun. o vitrine dizdiğim bileziklere, kolyelere, yüzüklere bakan kadınları izledim ben yıllarca. onların gözleri, bir kuyumcu vitrinine, bordo kadife tepsiler içinde dizilmiş yirmi iki ayar altın yüzükleri değil, bir ayeti takip eder. her kadın kendi ayetini bir süre okuduktan sonra, kalan yerden devam etsin diye vitrin önünde doldurduğu hava boşluğunu sıradakine devreder, belli belirsiz mırıldanarak: amin.
içeri girdin. kapının üzerinde asılı duran nazar boncuğu çıngır mıngır sesler çıkardı. içeriye bir gül kokusu doldu. bana baktın. küçücük suratında kızarmış küçük top gibi burnun, çekik ela gözlerin, incecik kaşların, röfleli saçların vardı. pembe ruj sürmüştün. atkın da kırmızıydı.
"allahlı kolye var mı?" diye sordun.
tezgahın altından tepsiyi çıkarıp önüne koydum. içlerinden birini seçtin, ötekilere hiç yüz vermeden. "ne kadar?" dedin kırmızı ojeli işaret parmağını üzerine götürüp.
tarttım. "62" lira dedim.
"peki o zaman" dedin, arkanı dönüp kapıya doğru yürüdün.
"beğendiyseniz..." dedim.
dönüp, "daha sonra alacağım" dedin.
"ne kadar varsa... sonra getirirsiniz üstünü" dedim.
"olur mu öyle?" dedin.
"olur" dedim.
gülümsedin.
üzerinde kuyumcu ibrahim yazan küçük pembe kutuya koydum kolyeni. soğuktan donmuş parmaklarınla alıp mantonun cebine koydun, teşekkür ettin. üstünü en kısa zamanda getireceğini söyledin, çıktın.
gittin.