
başaklar bizim sokağa sonradan taşınmıştı. sonradan, yani, herkes en yakın arkadaşını seçtikten çok sonra. başak hepimizden uzun boylu, hepimizden sarı saçlı, hepimizden yeşil gözlüydü. çiçekli gömlekler, kot şortlar ve beyaz spor ayakkabılar giyiyor, asla bizimle konuşmadan ekmek, yoğurt, bir paket de uzun maltepe almalardan dönüyordu. henüz bir bebek olduğunu bildiğimiz kardeşi ece ise mahallede bir efsaneydi. varlığından haberdardık ama onu gören olmamıştı. bizim, kışın ortasında azcık güneş gören annelerimiz tarafından, mavi, pembe hırkalarına birer nazar boncuğu iliştirilip sokağa çıkarılan topaç kardeşlerimiz gibi değildi ece. o bir ev ecesiydi. mahallenin bütün erkekleri başağa hasta, bütün kızlarıysa başağa gıcıktı. başak, hepimizin ilk ulaşılmazlık deneyimiydi. ama bir yandan da ona ulaşamıyor oluşumuz bizi birbirimize daha da bağlıyordu.
sürekli başaktan konuşmak istiyorduk ama başakla ilgili en büyük sorunlardan biri de enformasyon sıkıntısıydı. kız hakkında kimse bir şey bilmediğinden, 'az önce kasapta gördüm, yarım kilo kıyma alıyordu' türünden bilgiler, en az yarım saatlik konuşma malzemesi çıkarıyor, 'akşama sulu köfte var demek ki', 'yok la ne sulusu kuru yapar onlar, yanına da patates kızartması, bir de ayran', 'ne ayranı be, kola alırlar' gibi ağız sulandıran diyaloglara sebep oluyordu.
aylar geçti, başak ne yanımıza yanaştı, ne oyunumuza karıştı. mahallenin çocukları olarak artık bu durumu daha fazla gururumuza yediremiyorduk, bir şeyler yapmalıydık. herkes hep bir ağızdan konuştu, bağırdı ve en sonunda başağa kestiğimiz ceza belli oldu. onu her gördüğümüzde arkasından 'taşak' diye bağıracaktık. taşağın ne olduğu hakkında hiç bir fikrim olmadığı gibi, kızın adının baş harfini değiştirmenin nasıl bir ceza olduğunu da anlayamamıştım.
karar almamızın üzerinden on dakka geçmişti ki başak göründü. ve hiç yapmadığı bir şeyi yapıp bize yaklaştı. sanırım artık kendini hazır hissediyordu, yanımıza gelmişti. yaklaştı, yaklaştı... ben birden bağırıverdim, 'taşaaak'!
güzel başak dondu kaldı, bir adım geri attı, ağlayarak gerisin geri koştu. herkes bana baktı ve kahkahayı kopardı.
bir kaç hafta sonra, bir yaz günü öğle vakti sokağa çıktım. kimsecikler yoktu. sokağın, arsanın bu kadar ıssız olması tuhaftı ama pek takmadım. yandaki arsanın duvarına çıkıp, kertenkele yakalamaya çalıştım. öğle güneşi beynimi pişiriyordu, sokakta kimse yoktu, çok tuhaf şeyler düşündüm. o gün, orada hissettiğim hüznün aynısını hayatımın bugüne kadarki kısmında bir daha hissetmedim.
tam artık eve gideyim diye düşünüp duvardan iniyordum ki, karşımda başağı gördüm. geldi, duvara çıkıp yanıma oturdu. anlatmaya, sormaya başladı. anlattım, sordum. çok güldük, çok eğlendik. o benden sanırım altı yaş büyüktü, ben o zamanlar altıysam, o da on iki işte... güneş çok güzeldi, çimenler çok güzeldi, başak çok güzeldi, ayaklarımızı birbirine dayayıp duvarda uzandık, gözlerimi kapattım, göz kapaklarım pembeydi, güneş tam tepedeydi, hayat çok güzeldi... başakla güneşi batırdık, evlerimize gitme zamanı gelince 'iyakşanlar' deyip uzaklaştık. başak ilerleyen günlerde de eskisi gibi mesafeli, yabancı, ilgisiz davrandı bize. hiç bakmadı yüzümüze. zaten bir kaç ay sonra da taşındılar. taşınırlarken eceyi gördük. gerçekti. sarışın bir bebekti. arkasından çok konuşuldu başağın, o bizim ilk 'toplu kaybedişimizdi'. onunla bir gün geçirdiğimi ise kimselere anlatmadım, kendime deli dedirtmedim.

