Etiketler

Sayfalar

16 Kasım 2011 Çarşamba

kahve bahane


'Kahve bahane'nin ne demek olduğunu ben burada işe başladığımda anladım. Sabah kepenkleri açar açmaz, daha makina ısınmadan dükkâna damlayan bir kadın var mesela. Onu her sabah buraya getiren şey kahve olamaz. Az derdine o gözler şişmiyor. Bütün gece uyuyamayınca gün içinde ayakta kalmak için her sabah bize uğruyor, biliyorum.
Dersane çıkışında çil yavrusu gibi dağılan liselilerin derdi de kahve değil. Birlikte zaman geçirmek istiyorlar. Ama gözlemeciye gidemezler, Amerikalı şarkıcılar, İngiliz futbolcular  ya da Fransız bluzlarından konuşurken white chocolate mocha ya da caramel macchiato içmek istiyorlar, anaları babaları gibi çay değil.
Büyük masaya dizilip, önlerindeki ekrandan başını kaldırmayanların da derdi başka. Yazılar yazmak, grafikler, tablolar çizmek, emailler göndermek, şarkılar dinlemek için geliyorlar buraya. Genelde en ucuzundan seçtikleri koyu kahveleri soğuyor, karton bardağı eritip masaya sızıyor. Sızıntı bilgisayarlarına ulaşmazsa sorun yok, kulaklıklar kahve sızıntısını geçirmiyor nasılsa.
Sadece tuvaleti kullanmak için gelenler de var. Bazıları utanıyor, çaktırmamak için kahve paketlerine bakıyor. Ben o yöne dönmüyorum bile. İşesin gitsin ne olacak? Yalnız müdür duymasın. Canıma okur. Zaten dükkâna dükkân dememe de kızıyor. 'Mağaza' diyecekmişim. Müşterilere de 'misafir'. Sanki insan misafire bir fincan kahveyi parayla verir.
İçeri girip, sadece bakıp çıkan teyzeler, ellerini arkasında bağlamış koridorda yürüyüp tavanları inceledikten sonra "Burada eskiden çorbacı vardı" diyen yaşlı amcalar, para isteyen tinerciler, ekmek isteyen açlar, kupa ya da kahve makinalarının fiyatını soran ablalar, öpüşürken kahvelerini unutup soğutan gençler, ekonomi dergisi okurken çikolatalı muffin'ini didikleyen kravatlılar, sandviçinden aceleyle büyük lokmalar koparan parlak gri pantolon ceket giymiş banka çalışanları...
Bir fincan kahvenin bir tür vesile olduğunu da ben burada gördüm. Yanındakinden çakmak isterken âşık olup, bir sonraki sefer el ele gelenler oldu. "Bir kahve içeyim de kendime geleyim" diye kasada soğuktan donmuş ellerini ovuştururken bağış kutusuna para atanlar, kahvesini bitirdikten sonra form doldurup çalışma başvurusunda bulunanlar...
Bir gün içeri Filiz girdi. Dışarda hava çok soğuktu, karlı bir gün... Tüm dünyadaki mağazalarda olduğu gibi biz de Noel Babalı karton bardakları, Noel'e özel kahveleri, çam ağacı şeklinde zencefilli kurabiyeleri dizmiştik. "White Chocolate Mocha Sinem Hanım, double espresso  Taha Bey, Taha Bey double espressonuz hazır, arkadaşlar yağsız süt bitmiş, Fatih Bey siz molaya çıktınız mı?" diye bağırıyorduk. İçersi kırmızı, yeşil, beyaz, kahverengi ve sarı renklerle, yorgun ve turuncu sisli bir ışıkla doluydu. Akşam olmuş, hava kararmış, gün içinde yirminci kez aynı şarkıyı dinlemekten beynim yanmıştı. İşte Filiz içeri, o sırada girdi.
Kapıyı açışını, içeri yürüyüşünü, kasaya gelişini gördüm. Elleri ne güzeldi. Soğuktan kızarmış, ince ince çatlamıştı. Ojeleri dökülmüş, tırnakları yenmiş elleri, ya rabbim ne güzeldi. Bir bardak kahve istedi. "İsim?" dedim, sesim titredi. "Filiz" dedi, sesi titredi. Boynundaki atkı gibi kırmızı ve küçük burnunu çekip, "Ne kadar?" diye sorarken, sesi kısıldı. "İkramımız olsun" derken, sesim çatallandı. Kahvenin fiyatı olan dört lirayı kasanın önüne bırakıp geri dönerken ayağı takıldı, sendeledi.
Önlüğü attım, yukarı çıktım, balkona oturmuş, dışarı doğru bakıyordu. Yaklaştım, "Afedersiniz, ben size onu promosyon olarak demiştim, yanlış anladınız" dedim. Yalan söylediğim belliydi ama sanırım iyi niyetim de belliydi ki, Filiz "Tamam" dedi, "Teşekkür ederim, kusura bakmayın ben de kaba davrandım." "Estağfrullah" dedim. "Siz kaba olamazsınız." Gülümsedi. Çok güzel gülümsüyordu. İki ön dişinin yanındaki dişler, iki ön dişinin üzerine bacak bacak üstüne atmıştı sanki, hafif yamuk, ama ne güzel ya rabbim ne güzel...
Nereden geldi bilmem, cesaretlendim. "Ben sizi üzdüm, izin verin kendimi affettireyim." dedim."Gerçekten gerek yok, birşey yapmadınız. Benim canım sıkkındı, asıl ben size kötü davrandım." dedi. Dedim "Yok, olmaz". Israr ettim. "Lütfen" dedim. "Tamam" dedi en sonunda. Sözleştik. Ben sekizde paydos ediyordum zaten, bekledi beni, beraber çıktık dükkândan.
Bir süre hiç konuşmadan yan yana yürüdük. "Nereye gidelim?" dedim ben en sonunda. "Bilmem" dedi, yüzüme baktı. "Birer kahve içelim mi?" dedim. "Olur" dedi. "Buralarda bildiğim bir yer yok. Sizin istediğiniz bir yere gidelim." dedim. "Ben de bilmiyorum" dedi. "O zaman bizim mağazaya gidelim" dedim. "Olur" dedi. Döndük, içeri girdik. Her gün tezgah arkasında durmaya alışkın olduğumdan öyle müşteri gibi sıraya gitmek biraz tuhaf geldi ama hoşuma da gitti. "Ne içersin?" diye sordum. "Sade kahve" dedi. Bizim Ali beni öyle sırada görünce gülümsedi ama birşey demedi. Siparişi alırken bir de "İsminiz?" diye sormaz mı? Ben de "Brad Pitt" demez miyim? Şakacı müşterilerden kaptım, yapmak bana da nasip oldu.
Ali kahvelerimizi hazırladı. Tepsi istemedik. Bardan küçük paketler halinde sıralanmış şekerlerimizi, ahşap karıştırıcılarımızı, beyaz üzerine yeşil desenli peçetelerimizi alıp yukarı çıktık. Balkonun en sevdiğim, bütün gün oturup sohbet edenlere gıptayla baktığım köşesine oturduk. Bir sigara yaktım, kahvemden koca bir yudum aldım. Dışarı bakarken aniden bir üşüme geldi. Döndüm Filiz'e, "Sana da bir üşüme geldi mi? Dur şu sobaları açtırayım, hemen dönerim." dedim.