Etiketler

Sayfalar

3 Kasım 2010 Çarşamba

her şeyi gösteren


“Günümüzde bütün ayrımı, her şeyin fotoğrafının çekilebilmesi oluşturuyor. Saklanıp gizlenebilen hiçbir sefalet tablosu bulunmuyor artık. Her türlü sefalet açıkta, ortada, gözler önündedir.

Ancak bu, herkesin sefalete eskisinden kolay alışabilmesi gibi bir anlamı içeriyor yalnız.

Eskiden bir insan hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranabiliyordu. Bugün ise çaresiz kalmış bir kimse davranışını sergileyebiliyor, çünkü fazlasıyla çok şey bilmektedir.

Dostlar arasındakiler de içinde olmak üzere, tüm konuşmalar eskisinden daha ikiyüzlü nitelik kazanmıştır. İnsanın ateş püsküreceği gereğinden çok şey var. Her Allahın günü her insan korkunç pek çok şey yaşıyor. Ama korkunçlukların fazlalığına bakıp ortada kendisini ilgilendirecek bir şeyin bulunmadığı sonucunu çıkaracak kimse, çevresinde neler olup bittiğini bilir yine de. Sağır ve dilsizlerin bile, gözleri görmeyenlerin bile kendilerini pek uzağında tutamayacağı olaylar vardır ortada, aptalların bile hiç değilse kendi canlarıyla ilgili olarak korkuya kapılmaları için yeterince neden vardır.

Dolayısıyla, bütün sözde sakin davranmalar, bir ikiyüzlülük uçurumunu kendisinde barındırıyor. “

Elias Canetti

ayna


babannem, 'bana ayna alacaktın kızım' dedi. Hastabakıcı kıyafetini anımsatan, eflatun renkli kostümü içinde sanki gençleşmişti. 'unuttum' diyemedim. yavşak bir insan gibi, 'tabii ki unutmadım' bakışıyla elimi çantama attım. Çabucak buldum. hohlayıp, bluzumun ucuyla sildim camını. Üzerinde 'Türsab' yazan lacivert omuz çantasının içine attım. 'Sağol kızım' dedi. Babanneme ayna almayı tabii ki unutmuştum ve geçen yıl Paris Modern Sanatlar Müzesi'nden aldığım, üzerinde Man Ray'in ünlü 'Violin d'Ingres' fotoğrafı olan aynamı çıkarıp vermiştim. Babannem, arkasında, sürrealist bir fotoğrafçının koca popolu çıplak bir kadını keman olarak yorumladığı o ünlü fotoğrafın basılı olduğu el aynasıyla, dudağının kenarında bir gülümseme, gözleri yaşlı, türk hacı kafilesinden oluşan kalabalığa karıştı.

sadece leblebi çekirdek verdi


Annemle babam, Dursun amcalara gitti. Biz üçümüz evde yalnız kaldık. Ablam, “Kek yapalım mı?” dedi. Ben, “Yerlere su dökelim” dedim. Benim fikrim kabul edildi. Salondaki Isparta halısını rulo yapıp kenara kaldırdık. Kırmızı plastik kovayla banyodan odaya taşıdığımız suyu yerlere döktük. Sonra ıslak zeminde yüzüyormuş gibi yaptık. Ablam yine “Kek yapalım mı?” dedi. Ben, “Karışık kuruyemiş alalım” dedim. Benim fikrim kabul edildi. Kardeşimin eline para verip kuruyemişçiye gönderdik. “Fıstık da olsun” dedik, “Fındık da…” “Sadece leblebi çekirdek doldurmasın” diye bağırdı ablam kardeşimin arkasından. On dakika sonra kardeşim elinde kesekâğıdıyla girdi kapıdan. “Leblebi çekirdek verdi” dedi. “Bu paraya onlar olmuyormuş.”
“Bari beyaz leblebi de koysaydı” dedi ablam, kesekâğıdını kardeşimin elinden hayal kırıklığıyla alırken.

ağaçdeviren


Annem tutturdu, “Adoş bana da öğret” diye. Babam pek oralı olmadı ama annem saatli yerli bir randevu verince, peki dedi. Kahvaltımızı yapalım, kavaklıkta öğreteyim.
Kahvaltımızı çabuk çabuk yaptık. Annemin keyfi pek yerindeydi, “Sofrayı sonra toplarız” dedi, “Hadi gidelim.”
Aşağıya indik. Arabaya bindik. Kavaklığa kadar gittik. Annemle babam koltuk değiştirmek için arabadan inerken ablam, “Ben korkuyorum, ineceğim” dedi. Kardeşim, “Ben de” dedi. Ben korkmuyordum. Öndeki iki koltuğun arasına dirseklerimi dayadım. Annemin ilk kez araba kullanmasını izlemek istiyordum. Onunla gurur duyuyordum. Annesi araba kullanan kaç çocuk vardır ki şu mahallede!
Babam, “Debriyajla frene aynı anda basacaksın.”dedi. “Sonra da…” diye devam ediyordu ki araba birden şaha kalkmış at gibi öne doğru atıldı. Annem gaza yüklendi, direksiyonu sağa kırdı. Araba kaldırımdan çıkıp otluk alana girdi. Önüne çıkan ilk ağaca gürültüyle bindirip durdu. Annem ağlamaya başladı, babam bir küfür savurdu.
Aşağıya indik. Arabanın önünde, ağacın girdiği yerde bir oyuk oluşmuş, kaputtan dumanlar çıkıyordu. Bize doğru koşarak gelen ablamla kardeşim gülüyordu, “Anne çok komik kullandın” dedi kardeşim. İnsanlar bize bakıyordu. Annem babama…
Annem sinir krizi geçiriyor gibi durmadan özür diliyor, böyle bir şeyi nasıl yaptığını anlayamadığını falan söylüyordu. Babam, annemin yüzüne bile bakmıyor, durmadan arabanın orasını burasını elleyip küfür ediyordu. Yanına gidip anneme sarıldım, yumruk yaptığı ellerini açıp içlerini öpmeye başladım. ikimiz de ağlıyorduk. Birkaç metre de olsa araba kullandığı için annemle gurur duyuyordum.

arabalarla ilgili bildiğim tek cümle


Babam Erdoğan amcayı aradı, bizi Esenler’e, babaannemlere götürmesini istedi. “Onlar da görsün arabayı” dedi. Erdoğan amca geldi. Ben babamla öne, şoför koltuğunun yanına oturdum. Yolda küçük bir tümsekten geçtik, arabanın içinde hep beraber zıpladık. “Neredeyse kafamız tavandan çıkacaktı” deyip sesli bir şekilde güldüm. Kimse bir şey demedi. Babamın yüzüne baktım, ciddi görünüyordu. Bu cümleyi, bazı sabahlar kendi oğluyla birlikte bizi de okula bırakan Hikmet amcadan duymuştum. Okul yolunda tümsekten geçerken söylemişti. Arabalarla ilgili teknik terimleri bildiğimi babama ve Erdoğan amcaya ispatlamalıydım.
Neyse ki çok geçmeden bir tümsekten daha geçtik. Hoplayan kıçlarımız daha koltuğa yapışmadan ben yapıştırıverdim bir “Az kalsın kafamız tavandan çıkacaktı.”
Babam, “Sus kızııııım” diye kızdı.
Oysa arabalarla ilgili bildiğim tek cümle buydu.

karaoğlanımızı getirdim


Sokaktan uzun uzun bir korna sesi yükseldi. “Hah, geldiler” dedi annem, cama koştu. Parmaklarımın ucuna basıp görmeye çalıştım. Babam, siyah bir arabanın yanında durmuş bize el sallıyordu. “Melahat, çocukları aşağı getir” dedi. Yanında Celal amca vardı.
Annem, “Üstünüze bir şey alın, inin hadi. Babanız arabayı getirmiş” dedi kardeşimle bana.
Merdivenlerden uçarak, en sonunda üç basamak kalınca yandaki demirden tutunup zıplayarak aşağıya indik. Babam bizi görünce gülümsedi. “Gelin” dedi. “Karaoğlanımızı getirdim.”
Ben şoför koltuğuna oturdum. Kardeşim yanıma. “Teybi yok mu baba?” dedim. “Taktırcaz” dedi babam. “Bu ne?” dedi kardeşim, “Küllük oğlum o, elleme içi pistir” dedi babam. “Bir sürü düğme var” dedim, kardeşim “bir kere çalıştıralım mı baba, nolur” dedi. “Dur oğlum Celal amcanı eve çıkarayım. Bir şey yapmayın sakın, hemen geleceğim ben.” dedi. Celal Cömert eski komşumuzdu. Araba galerisi vardı. Soyadı gibi cömert bir adamdı. Babamın sürücü kursuna gittiğini öğrenince, “Gel istediğin arabayı al, pratik yapman lazım senin şimdi” demişti. “Yavaş yavaş ödersin, yeter ki beğen.” Babam, önce olmaz öyle diye düşünmüş, sonra bir gece annemle yatağın üzerine oturup, babaannemin ördüğü yün çorabın içindeki cumhuriyet altınlarını sayınca, ‘neden olmasın?’ diye düşünmüştü.
Babam, Celal amcayı eve çıkardı, pencereden bakan anneme de ‘yukarı çıkıyoruz’ gibisinden işaret yaptı. Annem bir süre daha arabanın içinde oturan bize baktıktan sonra, pencereyi kapatıp içeri girdi.
“Emniyet kemerini takalım mı?” dedi kardeşim. “Olur” dedim. Emniyet kemerlerini çektik, epey zorlanarak yuvalarına taktık. Babam bizi kemerlerimiz takılı, sessizce otururken bulduğunda, ‘artık bir arabamız var’ diye düşünüyorduk.

uçan biftek


“Bir kilo biftek” dedim Mutlu Kasap’ın kapısındaki rengârenk şeritlerden oluşan sinekliği itip içeri girince.
“Yağsız tarafından… Annem iyi dövsün, bir de kekiklesin dedi. Misafir gelecek. ”
Kasap Muammer cevap vermedi. Dolabı açıp bir parça et aldı, tezgâhın üzerine koydu. Etten ince dilimler kesti. Tek tek alıp dövdü. Kekik döktü, yağlı kâğıda sardı.
“Borcum ne kadar?” dedim. “50 bin” dedi.
Annem tavaya ayçiçek yağı döktü, biftekleri kızarttı. Mutfak mis gibi koktu. Biftek dolu tabağa bakıp babama döndü, “İkişer parça mı koysam?” diye sordu. Babam “Yetmez” dedi.
Mutfak tezgâhına dizilmiş çilekli puding kâselerine baktım. Onlar yeter mi acaba diye düşündüm. Her bir kâseyle bir misafirin adını eşleştirdim. Annemi, babamı, ablamı, kardeşimi de saydım. Yetiyordu. Daha önce hiç çilekli puding yememiştim. Tadını merak ediyordum. Ama bunun gerçek bir çilekli puding olup olmadığı konusunda da endişelerim vardı. Süt yetmeyince annem bir bardak da su dökmüştü pudingi kaynatırken. “Bir şey olmaz” demişti babam. “Dök”
Kapı çaldı. Dilek ablam, Mustafa enişte, Mustafa eniştenin annesi Mukadder Hanım, Derya ablam ve teyzem parfüm kokuları ve gürültüyle içeri girdi. Herkes birbirini öptü, babam Mustafa enişteyle tokalaştı. Babamın Mustafa enişte için, bir kez pezevenk bir kez de görgüsüz pezevenk dediğini duymuştum. Mustafa abi, çalınır korkusuyla söktüğü oto teybi ve oto telefonunu dikiş makinesinin üzerine koydu.
“Hadi sofraya” dedi annem. Mukadder Hanım kürkünü çıkardı. Kırmızı boyalı tırnaklarına, leopar desenli elbisesine, pembe rujuna, siyah saçlarına baktım.
Sofraya geçtik. Annem herkesin tabağına birer parça biftek servis etti. Mukadder Hanım bıçağıyla bifteğinden küçük bir parçayı kesip, büzüştürdüğü dudaklarına değdirmemeye özen göstererek ağzına attı.
Yavaş yavaş çiğnedi. Onun gibi yapmak istedim. Bıçağı elime alıp diklemesine bifteğe batırdım. Çatalı da takıp eti ikiye ayırmaya çalıştım. Arada Mukadder Hanım’a bakıp doğru yapıyor muyum diye kontrol ettim. Eti delip tabağa dayanan çatal elimden kaydı, bıçak düştü, biftek uçtu.
Et parçası kendi etrafında döne döne yere düştü. Çok utandım.
Mukadder Hanım bir kahkaha patlattı, “Üzülme çocuğum” dedi. “Annen yenisini verir.”

hasan ölmüş


Köyden dönüyorduk. Arabanın içi tarhana ve armut kokuyordu. Kardeşimin kucağında hindistancevizi kaplı fındıklı lokum, ablamınkinde köy simidi vardı. Ben game boy oynuyordum.
Sokağın başına gelince annem bir çığlık attı. “Eyvah, apartmanda bir şey olmuş Adoş!” dedi. “Baksana kalabalığa…” Babam yavaşladı, arabayı sağa çekti. “Gülizarların akrabaları hep bunlar, vallahi bir şey olmuş.” dedi annem.
Babam arabadan indi, kalabalığa doğru yürüdü. Annem, uyuşmuş bacaklarıyla büyük adımlar atmaya çalışıp ellerini açarak, ağlayan insanlara, “Ne oldu, ne oldu?” diye sordu. Kardeşim, camı açıp karşı kaldırımda üzgün oturan halamın oğlu Ender’e el salladı. Ender yerinden kalktı, yanımıza geldi. Biz de arabadan indik. “Ne oldu?” dedim ben Ender’e. “Hasan ölmüş” dedi. “Niye ki?” diye sordu ablam. “Araba çarpmış” dedi. “Nerde?” dedim ben. “E5’te” dedi.
Biraz ilerde, “Ne işi varmış oralarda?” diye ağlayan annemin sesini duyduk, o tarafa döndük. “Kader” diye yanıtladı onu Meşhure teyze.
“Ecel” dedi Ender kocaman mavi gözlerini üçümüzün üzerinde gezdirerek. “Ecel onu çağırmış. Bir gün önce de Kadıköy’e gitmiş. Olayların içinde kalmış. Kafasına gözüne cop yemiş, kolunu cam kesmiş. Canına susamayan adam 1 Mayıs’ta Kadıköy’e gider miydi? Eceli gelmiş onun” dedi. Bunları halamdan duyduğu belliydi.
Hasan’ın babası Hüseyin amca bakkalın önüne dizilmiş sandalyelerden birine oturmuş, yüzü kapkara, başsağlığı dileyenlere ‘sizler sağolun’ diyordu. Yanına gittim, ona bir şey söylemeye cesaret edemedim, hemen solunda oturan babama sarıldım.
“Ecel” dedi Hüseyin amca yere bakıp. “Sen kalk orada karşıdan karşıya geç. Bir gün önce de kimseye haber vermeden Kadıköy’e gitmiş. Bayram harçlığını harcayacakmış. Ayakkabı alacam demiş annesine. Yarım akıllı oğlan, ne bilsin... Kalmış hengâmenin ortasında. Eceline susamayan adam, 1 Mayıs’ta Kadıköy’e gider mi? Sen söyle Adem Bey, gider mi?”

babamı gördünüz mü?



Olan olmuş, olacak olan olmuştur.
Ahmet Amiş Efendi


Bu dünyada ne olduysa ben yokken olmuş gibi geliyordu.
Barış Bıçakçı’nın Seyirci adlı öyküsünden


Babamı işten geri çağırıyorlarmış. Bıyıklı ve deri montlu arkadaşı geldi, “Yenge, Adem abi yok mu?” dedi anneme. Annem başının iki yanından sallanan yemenisini çenesinde toplamaya çalışırken, “Dışarı çıktı, hayırdır” dedi.
Ayakkabıları çamurlu adam, yer sofrasında kahvaltı eden ablam, kardeşim ve bana bakıp gülümseyerek, “İşten atılan arkadaşları fabrikaya geri çağırıyorlar. Adem abiyi bulmamız lazım. Gelip bugün imza atacak herkes” dedi.
Annem, belden lastikli eteğini çekiştirerek bize döndü, “Koşun babanıza bakın!”
Ben fırladım. Kahveye baktım. Yok. Tam emin olamadım. Bir daha baktım. Önlerdeki masalardan birinde iskambil oynayan Alattin amca, “Ne oldu kızım?” diye sordu. Alattin amca alt katımızda oturuyordu ve bizim okulda öğretmendi. Ona ‘Alattin amca’ mı, ‘Alattin öğretmenim’ mi diyeceğimi bilemediğimden hiçbir şey demezdim. Cevap vermedim. “Ayakkabıcı Yaşar amcadadır” dedim içimden, “Kesin oradadır”, koştum baktım, yoktu. Adil abinin marketine, Adem abinin kuruyemişçisine baktım. Yıldız bakkala, dede bakkala girdim. Soba, halı, portmanto gibi eşyalar satan Hasan Hüseyin abiye, ismini söylemekten hoşlandığım için belki, “Babamı gördün mü Hasan Hüseyin abi?” diye sordum. Kaportacı Ayhan abilere, Mutlu kasaba, dörtyoldaki parka, tanzime gittim. Babam yoktu.
Eve döndüm. Merdivenleri çıkarken, burun kökümde biriken acıyı daha fazla tutamadım. Kardeşim kapıyı açtı. Annem eğilmiş, kadife pantolonlu adama çay uzatıyordu. Çekilince babamı gördüm. Uzun, güzel dişleriyle gülüyordu.

david hockney


David Hockney hem boyadı hem de fotoğraflar çekip kesip yapıştırdı. Bir İngiliz olarak Los Angeles'tan hiç ayrılmadı. Yaz ortası, boş havuzlarda yüzen yalnız adamları ve yanlarındaki sandalye hep boş kalan kadınları resmetti. Onun resimlerine bakarken insan terler, bir soğuk kola açmak ister, şöyle tam da bir Amerikalı gibi... Ya da bir bira, yine de İngiliz kökenlerini kaybetmemiş gibi...
Hockney, sanata konu da oldu. 1974 yapımı Jack Hazan filmi, A Bigger Splash, Hockney resmini konu alır. Ressamın the boy who left home to learn fear için çizdiği resimler, bence bugüne kadar bir kitap için çizilmiş en güzel resimlerdir.
ingiltere'de 2007'de yürürlüğe giren bar, işyeri ve kamuya açık alanlarda sigara içmenin yasaklanmasını düzenleyen kanuna karşı da bir kampanya yürüttü. "bu yasak, politik ve medya eliti tarafından empoze edilen sosyal mühendisliğin grotesk bir parçası." dedi.