
gerçekten güzel bulduğumuz bir insan, bir bina, bir resim ya da metin karşısında neredeyse ağlayacak gibi oluruz. mutluluk, coşku, heyecan sansak da o 'güzel'i ilk gördüğümüz anda hissetiklerimizi, aslında üzüntüdür kalbimizi tekleten, nefesimizi sıkıştıran. güzel bulunan şey, olmak isteyip de bir türlü olamadığımız kişinin kayıp parçasıdır. ona ne kadar uzun süre bakarsak, dokunursak o kadar tamamlanırız. o aslında bizim bir parçamız olduğu için ruhumuzu ve gövdemizi sarar, bizi büyüler. porselen bir vazoyu beğendiğimizde hissettiğimiz tamamlanmışlık duygusu, biz hiç farkında olmasak da muntazam, kırılgan, şeffaf, bir boyna sahip olma arzumuzun uzantısıdır mesela. notre dame katedralini, süleymaniye camisini ya da sirkeci garını beğeniriz çünkü onlar gibi yüce, iyi, sakin, ölçülü ve güzel olmak isteriz. ayrıca uğranılan, kalınan, durulan, bakılan... kimse, ne kadar iyi tasarlanmış olursa olsun beğendiği şeyler arasına bir ofisi almaz mesela. çünkü aklı başında hiç kimse bir ofis olmak istemez. benliğini bir ofisin çağrıştırdığı duygularla donatmak istemez. insan loş ışıklı sakin bir barı, bir kadeh avustralya şarabını, iyi dokunmuş pamuklu kumaştan siyah bir süveteri, tasarımı üzerinde emek harcanmış, zihin açıcı metinler ve çarpıcı fotoğraflarla dolu bir dergiyi, mutlulukla gülümsemiş bir çocuk fotoğrafını, üzerine sevgilisinin kokusu sinmiş el örgüsü bir battaniyeyi, mis gibi kokan bir fincan kahveyi, taze tütün sarmayı sever. insan ne kadar eksik de olsa, 'ben' dediği şeyin sevdiği, beğendiği şeyler toplamı olduğunu bilir. arkadaşlar da bu yüzden önemlidir. sirkeci garı gibi arkadaşlar ofis gibi arkadaşlardan iyidir. daha iyisi, kahve gibi arkadaşlardır. kahve sigara gibi...

