Etiketler

Sayfalar

9 Temmuz 2011 Cumartesi

tebrikler kazandınız



o sabah beşiktaş'ta iniyorum otobüsten. aslında yaptığıma 'inmek' denemez. 'kendimi zor atıyorum.' buhar havaya, cayır kaldırıma, vıcık kalabalığa... yok aslında hiçbirine değil, bir kocaman bardak, koyu, şekersiz misler gibi kahveye. görüyorum orada o kahveci dükkanını.
aslında ben günlerini, her sabah otobüsle kabataş'a gitmekle, oradan fünikülere binip, yine istisnasız her sabah taksime'e doğru yokuş yukarı çıkmanın bu kadar kolay olmasına şaşırmakla geçiren bir kadındım. füniküler beni çok fena etkiliyordu öyle söyleyeyim. ona, onunla, onun için ne yapacağımı bilemiyordum. poğaça filan olsa dereotlu peynirli, on tane filan alacaktım, yumuşak yumuşak, yağlı yağlı, tuzlu tuzlu karnını ısıracaktım. patates salatası olsa, dişlerim kamaşa kamaşa üzerine daha çok limon sıkacak yumuşak, pütürlü patates parçalarını dilimde ezerken 'sana aşığım' diye inleyecektim. bira olsa kusana, rakı olsa sızana kadar içecektim. adam olsa, bildiğin, ensesinden, saçlarının kıvrıldığı, büküldüğü tam o yerden öpü öpüverecektim. ama o sadece bir fünikülerdi ve ona binmekten başka ne yapacağımı, onu başka nasıl seveceğimi bilemiyordum. bazen başımı camına yaslıyor, serinliğiyle ancak alnımın köşesini avutuyordum. aklımın köşesini avutmayaysa cam yetmezdi, bir parça serin cam, ı ıh, yetmezdi. günlerini, az önce de dediğim gibi bir demir yığınına, kapılarını bazen beni merdivenlerden patır patır inerken gördüğü halde beklemeden kapatabilen bir demir yığınına duyduğum aşkı katmer katmer açarak geçiren bir kadına dönüşüyordum. beni beklemeden gidince arkasından en fazla, 'ağzın rutubet kokuyor" diye bağırıyordum. 'öpme beni.'
o sabah, attım işte kendimi beşiktaş'ta. 'ne gideceğim!" der gibi, 'beklesin, görsün gününü, yolumu gözlesin" der gibi. attım terlikli ayağımı, etekli bacağımı, hırkalı kolumu kaldırıma. hem karar da vermiştim artık kahveyi bu duraktaki kahveciden alacaktım. elimde mavi karton bardakla, klasik müzik çalan İtalyan kahvecisi'nden çıkacak, eteğimi savura savura yürüyecektim yazın bas bas bastırdığı sokakta. servise köşeden binecek, ona da bir daha işte, hiç uğramayacaktım. hiç.
girdim içeri. 24 yaşında (yemin edebilirim), adı kesin mehmet olan, kısa saçlı, keçi sakallı, güler mi gülmez mi belli değil yüzlü mehmet bana 'hoşgeldiniz' dedi. 'bir kahve, sade, orta boy' dedim. net. kahveyi hazırladı, mavi, dolu, sıcak karton bardakla birlikte bir de küçük kâğıt uzattı. kartvizit büyüklüğündeki kâğıdın üzerinde dokuz küçük yuvarlak vardı. birine, ilkine damga gibi bir şey bastı, ilk kutucuk kırmızı mürekkeple doldu. 'bunu tamamlayınca bir bardak kahve ikramımız' deyip, gülümsedi. 'beni en az on kere, çünkü kesin ücretsiz kahvemi almaya giderdim, buraya bağlayacak, fünikülerden uzak tutacak nefis bir bahane' diye düşündüm, 'tamam' dedim. 'belki de 'ok' dedim, tam hatırlamıyorum. ertesi gün, bir ertesi gün, öbür gün, diğer gün her gün o kutucukları doldurabilmek için artık beşiktaş'ta iner oldum. ve sonunda doldurdum. doldurduğumun ertesi sabahı ikram kahvemi almak için dükkana girdim. adının kesin mehmet olduğunu düşündüğüm, 'kesin mehmet'in yüzünden düşen bin parçaydı. günlerdir kutucuk doldurmanın çok acayip önemli bir şey olduğunu düşünmekten bunalan beynimle 'hay allah ben konfeti filan yağacak, balonlar patlayacak sanıyordum tamamlayınca, biraz sönük oldu' deyiverdim. aslında sanırım bunu 'kesin mehmet'i güldürmek için söyledim. gülmedi. 'kusura bakmayın' dedi mırıl mırıl. 'başımda bir 'kanrasvervaed' var da...' 'ne kanser mi?' diye bağırdım. 'yok yok karasevda' dedi sanki daha 'iyi' bişeymiş gibi. 'haa' dedim, 'iyi'. 'kanser olmasın da...' 'karasevda' dedi. 'bugünlerde keyfim yok' 'olur öyle dedim' yine 'kanser olmasın da...' tepkim ajans dinleyen dede tepkisi gibiydi. 'çok şükür kanser olmasın da... aman aman...'
dışarı çıktım. ikram kahvemle cayır kaldırımda yürümeye başladım. bir sigara yaktım. 'yarın sabah fünikülere bineyim' diye düşündüm. 'kanser olmasın da...' diye mırıldandım, 'karasevda nedir ki...'


yazarken bu çalıyordu