Etiketler

Sayfalar

12 Nisan 2010 Pazartesi

mutsuzluk

şehir


“Karşıdan karşıya caddenin her geçilmesiyle, ekonomik ve sosyal yaşamının temposuyla ve çoğulluğuyla kent, zihinsel yaşamın duyusal kurumları açısından, kasaba ve kır yaşantısıyla derin bir karşıtlık oluşturur” G. Simmel.
“Simmel, kitle ulaşımının gelişmesiyle birlikte insanların ilk kez uzun süre hiç konuşmadan birbirlerine bakmak durumunda kaldıklarından söz eder. İnsanın tanımadığı insanlara ve nesbelere bakması ya da bakıp da tanımıyor olması, başlangıçta büyük bir huzursuzluk yaratmış olmalı.”
“işitmeyen ama gören kişi, görmeyen ama işiten kişiden çok daha tedirgindir. Büyük şehir sosyolojisine özgü bir şey var burada. Büyük şehirde insanlar arasındaki ilişkilerin ayırt edici özelliği gözün kulağa üstünlüğüdür”. Vitrinde Yaşamak
Baudelaire yoksullardan “gözler ailesi” olarak söz eder. Şairin vitrine bakışıysa ışıklı vitrinlerin önünde sıkıntısını gideren bir aylağın bakışıdır. “bir aylak hiç bir şey yapmaz” der notlarında “alay etmek dışında..."
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş on dakikada ölüyor.Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar." Yusuf Atılgan
Bu şehir beni boğuyor, bilmem bana ne oluyor? Çöken karanlığın içinde umutlarım tükeniyor. Yokum sanki bu şehirde, şehir benim içimde... Arap Şükrü

ARABASINDA


Arabasında tuhaf bir koku vardı. Plastik, parfüm, sigara karışımı bir koku. Ama her zaman duyulmazdı. Ara sıra ortaya çıkar, burnumu sızlatır, sonra yine bir kuytuya saklanırdı.
İki ay önce, eylül başlarında, bir sabah işe gitmek için durakta otobüs beklerken gördüm notunu. Otobüs durağına şöyle bir not asmıştı. “Hafta içi her gün sabah 8:30 da maltepeden kadıköye, akşam 18:00 de kadıköyden maltepeye özel aracımla gidiyorum. Arabama, benzin parasını paylaşacak yolcu arıyorum. İlgilenenler benimle aşağıdaki numaradan irtibat kurabilirler.” Önce çok tuhaf geldi. Sonra çaktırmadan yazdım telefon numarasını kitabın boş sayfasına. Kitapları karalamaya bayılıyorum, sırf bunun için bile olsa alacaktım o numarayı. Öğlen yemeğinde aradım, konuştuk. Sesi çok normal geldi. “Ben Acıbadem'de iniyorum, daha az ödesem.” dedim, "Olur” dedi. “Zaten kimse aramadı, sizi de kaçırırsam... ” demedi, ama içinden geçirdi büyük ihtimal. Nedense hiç düşünmedim, korkmadım, Gülçin’in “Kızım sen manyak mısın! İti var kopuğu var. Adam belki de sapık, seni kaçırsa, tecavüz etse, öldürse... Hiiih aman yarabbim, ya hiç mi korkmuyosun?” diye içime serptiği şüphe tohumlarını sulamadım.
İlk gün kararlaştırdığımız gibi duraktan aldı beni. Plaka zn 124. Beyaz toyota. 8:30 da duraktaydı. “İyi” dedim, “tam zamanında”. Rahat davranmaya çalıştım. “Zor tabi” dedim, “benzine güç yetmiyor”. Biraz eski moda bir laf gibi geldi, güldüm kendime. “Kimse aramadı mı? Herkes özel arabasına atlıyo, gidiyo, sonra küresel ısınma... Danimarka’ da milletvekilleri bile bisikletle gidiyomuş işe, biz ne zaman görürüz o günleri?” “Rujum fazla mı acaba?” diye düşündüm. Adam , Okan –adı buydu- fazla konuşmuyordu. Yani öyle musallat olcak falan bir tipi de yoktu. İyi dedim, konuşmasın işime gelir.
Cd çalarda Kutsi “birisi var mı kalbinde doğru söyle, arkadaşça soruyorum” dedi. Birden kahkahayı basmak geldi içimden, “Ne saçma değil mi” dedim. “Arkadaşça soruyomuş” baktım gülümsedi biraz. “Kendisi bile inanmıyor aslında” dedim. “Rahatsız ettiyse kapatabilirim” falan demedi. Akşam hiç konuşmadık, Kutsi yine yol boyunca söyledi durdu. Bir ara cd çalar takıldı, ohh dedim içimden, “bozuldu, makine bile dayanamadı”. Ama sonra devam etti kaldığı yerden “inandırdın beni senin yalan aşkına, nasıl hesap vereceksin sen allahına” dedi. En son bunu dedi. “İyakşamlar” dedim inerken, “size de” dedi. İşte bu söz, “size de” , bana cinayet bile işletebilir. “İyakşamlar demeye tenezzül etmiyorum,” gibi gelir. “günaydın” “size de”, “iyigünler” “size de”...
Yolculuklarımız, Kutsi şarkılarıyla ancak iki ay sürebildi. Geçen akşam arabadan inerken gündüz ayarladığım konuşmayı bi çırpıda söyledim. “Okan bey şirket nihayet servis ayarladı, ben artık sizinle gelmiycem, teşekkürler her şey için” dedim. “iyi olmuş sizin için, ben teşekkür ederim” dedi. Kutsi “Yarım kalan bir şeyler var, aklımdan hiç çıkmıyorlar” derken ben de “iyakşamlar” deyip kaçtım, “size de” dediğini duymadan.
Arabanın burnumda asılı kalan kokusunu içime çeke çeke bir süre yürüdüm, “size de” diye diye...

DIN DIN!


Dın dın! Yeni bir müşteri... Bu sesi ilk duyduğu zamanları hatırladı. Yumuşak, neredeyse müzikal değeri olan bir tını, hiç değilse kulağa hoş gelen bi şeydi yaklaşık dört yıl önce. İşletmeyi bitirdikten sonra bankanın gişe sınavlarına girdi kazandı, işe başladı haftasına. Dört yıldır tatil günleri hariç her gün, günde yüzlerce defa bu sesi duymaktan içinde bir oyuk oluştu. Bu sesin oluşturduğu bir oyuk. Dın dın! Bir sonraki müşteri. Havale mi beyefendi? Ne kadar göndereceksiniz? İyi günler... Dın dın! Bir sonraki, elektrik faturası, iyi günler... Dın dın... Çay molası..
Nermin günde dört sigara içerdi,sabah bir tane, öğlen yemeğinden sonra, ikindi, bir de akşam. “İbadet eder gibi” demişti bir keresinde çay odasında kızlardan biri. Sevcandı galiba. “Yok“ demişti Nermin. “Sabah eksik kaldı”, “Yatsı da...”
İş yerlerinde böyle kelimelerin duyulmuyor olması, herkesin çok çok seküler olması tuhaf geliyordu Nermin’e. Ama sonra kandillerde, bayramlarda falan tuhaf toplu mailler atılması da öyle. Ne kadar seküler olurlarsa olsunlar camili, kuşlu, güllü, içinde Allah, hayır,bereket, dua gibi kelimeler geçen “ondan ona” (bu Nermin’in toplu maillere verdiği isimdi) elektronik postaların bu seküler “piğsi”lerde dönüp durması komik geliyordu.
“Burda çok mutsuzum” diye yazdı gönderdi. Cevabı beklemeden bilgisayarı kapattı, ceketini aldı, zoraki “iyakşamlar”la geçip koridoru, nihayet temiz havaya ulaştı. Caddeye çıktı. Sokak lambaları, araba kornaları, insan kalabalığı ile sokak tam kıvamındaydı. Yürüdü Nermin yol boyunca. Işıl ışıl, kalabalık bir sokağa girdi. Denizci barı havasında, tabelasında “Zoka Pub“ yazan bir barın önünden geçerken durup baktı içeriye. Ani bir kararla içeri girip cam kenarındaki masaya oturdu. Bir süre ellerini nereye koyacağını bilemeden, altındaki tabureye alışmaya çalıştı. Sonra bir sigara yaktı. Elindeki bezle ağır ağır bardak kurulayan garson nihayet siparişini almak için yanına gelince “bi bira” dedi, neredeyse bağırarak. Heyecandan sesinin nasıl çıkacağını tartamamıştı, gülümsedi garsona. Garson bira ve çerezi ahşap masanın üstüne bırakırken “yarın işe gitmiycem” dedi Nermin içinden, gülümsedi...

so broken



"Bir böceğin havada uçtuğunu görmek bile onunla tekrar karşılaşacağımıza ikna olmama yetiyor."

banu alkan



anne anne anneciğim!

Sıçamıyorum



İşe girdiğimden beri, sabah kahvaltısı sonrası tuvalette geçirdiğim on dakkamı yitirdim. Sabah kahvaltımı, öncesinde içtiğim koca fincan kahvemi, kahveyle birlikte “hay sıçayım” dediğim sabah haberleri (ısıtılmış yemek gibi, bir önceki günün haberleri aslında) cefamı... (şimdi düşünüyorum da sefaymış) hepsini bir anda yitirdim.
Sennett, alt baslıgı "yeni kapitalizmde işin kişilik üzerine etkileri" olan uzun bir makale olarak tanimladigi eserinde, Karakter Aşınması’nda, yeni çalışma koşullarının karakterin uzun vadeli özelliklerinde nasıl bir erezyon yarattığından söz eder. Sözünü ettiği erozyon çok daha sert aslında. Ya da sıçamamak önemsiz bir şey gibi duruyor. Ne kadar da “boktan”bir konu değil mi? Pekala diğer etkilerini de hissediyorum. Yeni kapitalizmin tam ortasında çalışıyorum, paradan başka hiç bir şeyin değerli olmadığı bir yerde. İnsanları kandırarak, kariyer peşinde koşarak (şu dünyada beni en huzursuz eden kelime bu olabilir), birbirimizin kanını emerek çalışıyoruz.Bende yarattığı erozyon çeşitlerinden en hafifi bu belki, ama aynı zamanda en can sıkanı, SIÇAMAMAK. Eskisi gibi zamanında, kıvamında, rahat rahat sıçamıyorum.Keçi boku gibi karaktersiz şeyler dökülüyor içimden. Sıçamayınca, tedirgin, öfkeli, rahatsız oluyorum. Sıçamayınca, diğer her şey önemsizleşiyor.
Her sabah ölmek istiyorum, yataktan kalkmaya alternatif olarak. On dakika içinde giyinip çıkıyorum. Aynı güne, düne, yarına... Her gün aynı güne kalkıyorum, her şey aynı, yine sıçamıycam. Ritm bu değil, beynim durmuş, sıçma emri vermiyor. Bağırsaklarım kupkuru, içim kupkuru. Günün ilk sigarası nafile. Sigarayı içerken sıçmaya zaman kalmadığını anlayan beynim yine sıçma emrini vermiyor. Belki daha sonra. İlk mola, canım sigara istiyor, zaten saatlerce otursam o aptal tuvalette yine de sıçamaycağımı biliyorum, denedim. Sadece yedi dakikam var ve ben bir seçim yapmalıyım. Haybeye mi, sigaraya mı? Tabi ki sigaraya. Belki yemek saatinde, biraz zorlarsam, kim bilir...
Tuvalette sigara içmek yasak. Yasak olan bir sürü şeyin yazılı olduğu uyarılar asılı kabinlerin içinde. Pembe, incecik paravanlar, zevksiz döşemeler, sesler... “Sıçarım böyle tuvalete” diyorum içimden, sıçmaya çalışırken, gülüyorum. Tatil günlerimde durum biraz daha iyi. Hala eski günleri unutmamış beynim. Kahve içip haber izlerken emri vermeye başlıyor, gerisi bir makale, ya da dergiye kalıyor.
Gürül gürül sıçmak istiyorum. Düzenli de olsun, sıçtığımı anlayayım. Keçi boku gibi olmasın, kuru olmasın, zar zor çıkmasın. Küçümsediğimden değil keçiyi. Belki onu tatmin ediyordur ama beni etmiyor minik kuru şeyler.
Sıçamıyorum.
İşten çıkmayı belki de sırf bu yüzden istiyorum, rahat rahat sıçabilmek için. Acaba diğerleri ne yapıyo? Yüzyıllardır çalışan milyonlarca insan. Sıçma rutinleri nasıl? Benim gibileri de var mı?
O sabahın hayali geldi gözüme. İşe gitmediğim o sabahın...Kahve kokusu geldi burnuma.
Sıçarım böyle işe!