Etiketler

Sayfalar

30 Ağustos 2011 Salı

kendimi hamsi buğulama gibi hissediyorum


n. üç yaşındayken, babası ütülü kumaş pantolonuyla, işportadan aldığı yeni deri montu, annesi mahalledeki butikten çok ucuza kapattığı triko takımları çekmiş, bunu da amcasıyla yengesine bırakıp gezmeye gitmiş. herhalde düğüne, ya da babasının bir iş arkadaşına. belki de anneanneye, kim bilir.. amcayla yenge divanının üzerindeki n. ile pek ilgilenmemiş. n. dört yaşında ama, fena bir varoluş krizine girmiş. terk edildiğini, sonsuza dek o divanda oturacağını sanmış. yenge yemek hazırlamış. balık, salata. n.'nin midesi bulanmış. çağırmışlar, 'gel kızım sofraya' demişler, bu gitmemiş. o balık kokusu onun için terkedilmenin kokusu olmuş. ne zaman balık kokusu duysa gözleri dolmuş, midesi bulanmış.
d. soğan sevmiyormuş. küçükken, kasabadan şehre gitmek için bindiği minibüste birden bir hareketlenme olmuş. insanlar ayağa kalkıp yol kenarındaki 'şeylere' bakmaya, homurdanmaya, vah vahlanmaya başlamış. bizimki de kafayı çevirmiş tabii. ve o anda akıp giden minibüs penceresinden, tatil için şehirlerine gelen ve kiraladıkları otomobille kaza yapıp paramparça olan bir arap ailesinin, yola saçılan bacaklarını, barsaklarını, kalplerini, damarlarını görmüş. 'o an her yer soğan koktu' diyor. ne zaman soğan kokusu duysa midesi bulanıyor, parçalanmış insanların havaya korkunç bir soğan kokusu yaydıklarını düşünüyor. 'belki de köylülerden birinin pazardan aldığı soğanların içinde bir tanesi çürüktü' demek kâr etmiyor. o, soğan yemiyor.
ben hamsi buğulamanın 'kasvet' sözcüğünün diğer adı olduğuna inanıyorum. sıkıcı pazarları, karanlık kış günlerini, hiç kimse tarafından önemsenmemeyi, sevilmemeyi, hatırlanmamayı, untulmayı hatırlatıyor. şimdi, tam şu an, bırak hamsi buğulamanın kokusunu, bilmem nesini. kendimi, hamsi buğulamanın tam da kendisi gibi hissediyorum. içimde yüzen kokuşmuş balık parçacıkları, domatesler, eriyip koyulaşmış ince limon dilimleri, ölmüş maydanoz yaprakları var sanki. Hatta kokuşmuş bir balığım; saçlarım ölmüş maydanoz yapraklarından, gözlerim kurumuş domates çekirdeklerinden ibaret.

25 Ağustos 2011 Perşembe

donmuş çamaşırlar

kışın gündüzden balkona asılan çamaşırlar akşama donar. kazaklar kollarıyla, pantalonlar bacaklarıyla kaskatı kalır. onları içeri alıp sobanın yanında kendilerine gelmelerine, kollarını bacaklarını iliklerini kemiklerini ısıtmalarına bakarım. kışın balkona asılan çamaşırlar donar.

örgü hırka


hırka örebilmek, kurabiye pişirebilmek ya da yastık dikebilmek önemli. hırkayla üşümekten korunabilir, kurabiyeyle bir çocuğu gülümsetebilir ve yastığa da yaslanıp, mesela şu şarkıyı dinleyebilirsiniz.

hırka


domates salatasının nar ekşili, semizotu salatasının yoğurtlu suyu kendini salmış, çiçekçi'deki evin 89 kışında yaşanan kriz sonrasında nasıl da apar topar satıldığı, nedret enişte'nin ayten hala'nın ölümünden sonra nasıl da toparlanamadığı ya da belkısla levent'in düğün pastasının azıcık ekşi mi ne olduğu meselesi uzadıkça uzamıştır. cırcır böcekleri öter, buzlar erir, zambaklar kokar, sarı sarı ampuller, takside, vapurda, umumi tuvalette filan eşit aralıklarla ağır ve pis bir karanfil kokusu püskürten oda spreyleri gibi, havaya hardali bir pus püskürtürken, anneniz birden babanıza dönüp soruverir: serinledi mi sanki?
bu soru az sonra ağza bir dilim kavun atılacağının, kavunun mis kokusu sanki ertesi günkü hava durumunu malum etmiş gibi bir kesin kararlılıkla "soğudu soğudu, bak esiyo acı acı" denileceğinin ve akabinde boğuk bir "oğlum içerden hırkamı getiriver" cümlesinin duyulacağının garantisidir.
"nerde ki sizin hırkalarınız?" diye sorulur.
"e, yatakodasının kapısının arkasında" cevabı alınır.
yatakodasından anneninki anne, babanınki baba kokulu, ya da tıpkı sahipleri gibi anneninki biraz baba, babanınki biraz anne kokulu hırkaları alınır. terasta oturan ve hâlâ leventlerin pastasının kremasını konuşan anneyle babaya hırkaları uzatılır.
teşekkürler gülümseyerek kabul edilir.
etraf sanki şeftalili pastanın ekşimiş kreması kokar.
"yarın ne pişireyim sadicim?" diye soran anneye "barbunya" diye cevap verilir.
"yanına da şehriyeli pilav yaparız he Mümtaz?" diye soran anneye, ince dudaklı, ütülü gömlekli ve göbekli babadan "olur" cevabı çıkar. "olur", ağızdan ne güzel çıkar.
müsaade istenir, içeri geçilir. "tabii oğlum tabii"ler, "müsaade senin"ler, "sadicim çarşafını değiştirdim annecim, yalnız yastık kılıfını değiştirme dedin diye ellemedim"ler arasından ömrünüzün ilk 25 yılını geçirdiğiniz odanızın beyaz yağlı boyayla boyanmış, buzlu camlı kapısının önünde durulur. içersi terastan yansıyan ışıkla turuncudur, toz kokar. yatağa oturulur. gözler gözyaşlarının baskısıyla ağrır, nefes rakı kokar. ayağa kalkılır, pencere açılır, anneyle babanın mırıltıları ve yastığın gençlik kokusu içinde uykuya dalınır. bütün gece, annenizin 'üstünü açmış mı acaba?' konulu gece ziyaretlerinden ilkinde bıraktığı, artık pamuklanmış, liseden kalma okul üniformasının lacivert hırkasının kolu koklanarak uyunur. rüyada, lisede aşık olunan ayşe görülür. belki de ayşe 'görünür'. 

birine benzettim


estetik açıdan, insan tiplerinin sayısı öyle kısıtlıdır ki, nerede olursak olalım, hep tanıdığımız insanları görme zevkini yaşarız.

marcel proust.

12 Ağustos 2011 Cuma

tir

fotoğraf: elif türkölmez/beyrut

küçük kız ve babası durup denize baktı. baba soyundu atladı. küçük kız üzerindeki gri eşofman takımla kaldı plajda. mayolu bir kadın ona baktı. çocuklar şamatayla geçtiler yanından. gri eşofmanlı küçük kız dalgaların ayaklarına değmesini istedi. bir kaç küçük ve çekimser adım attı. babasına baktı. biraz daha yürüdü. biraz daha. dizlerine kadar girdi. biraz daha ilerledi. büyük bir dalga geldi, küçük kızı denizin içine attı. köpüklerin arasından çıktığında korku dolu gözlerle babasına baktı. babası denizden çıktı. o da peşinden. güneş gitmişti plajdan. küçük kızın çeneleri birbirine vuruyordu. babası atletiyle kurulandı. pantolonunu, enine çizgili penye tişörtünü giydi. kız denize bakıyordu. gökyüzünü kara bulutlar kapladı. küçük kız ellerini ovuşturmaya başladı. babası yürüdü. o da arkasından koştu. saçlarından, paçalarından sular damlıyordu.