
Her faniye kısmet olmayacak türden bir büyüyü, hakikatin fena çarpan büyüsünü solumuş ‘tanrı bakışlı çocuk’ Walter Benjamin, mektupları dışındaki hiçbir metninde ‘ben’ sözcüğünü kullanmadı.
“Zihin, nesnesine ancak uzaktan, kendini geri çekerek, bütünlük fikrinden vazgeçerek yaklaşmalıdır. Geçmişin ya da uzak ruhsal dünyaların ifadelerini kendine mal etmek, kendi fantezilerinin parçası kılmak yerine, nesnenin ve olguların kendisinin konuşmasına izin vermelidir" diyen bu melankolik adam, yazmaktan imtina ettiği ‘ben’i yaşatmayı da zul sayıp, Gestapo takibinden kurtulmak için kaçtığı İspanya-Fransa sınırındaki küçük bir kasabada (1940’ta henüz 48 yaşındayken) yok etti.
Kuşağının birçok yazarından daha iyi Almanca yazabilmesinin nedenini ‘ben’ sözcüğünü kullanmamaya borçlu olduğunu söyleyen Benjamin, tümüyle alıntılardan oluşan yapıtlar hazırlarken gösterdiği ‘geri çekilme refleksini’ de aynı damardan besliyordu: İşin içine ‘ben’i katmadan anlamak ve anlatmak!
Alıntı yapmayı şeref sayıyordu Benjamin. “Bir şeyin değerli olabilmesi için illa ‘ben’den çıkması gerekir” (Kendi osuruğu insana ciğer tava gelir, kargaya yavrusu kuzgun görünür…) diyenlere inat Baudelaire, Dostoyevski, Proust, Kafka, Brecht, Karl Kraus, Eduard Fuchs, Nikolay Leskov’dan alıntılar yaptı. Bir başkasının kendisinden önce, kendisinden güçlü, kendisinden doğru ifadeler, tanımlamalar, benzetmeler yapabileceği fikrini bir yazar, bir düşünür, bir filozof ve kültür eleştirmeni olarak benimsemesi ayrıca takdire şayandı. Çünkü bizim bildiğimiz, yazar denilen insan, ‘ben’ demekten hoşlanır, hatta ‘ben’ iyle oynamaktan pipisiyle ve kukusuyla oynamaktan haz alan ergen gibi haz alır, çıkan matahlığı da binlerce bastırmaktan, ona imza günleri falan yapmaktan geri durmazdı. Benjamin’se, ‘ben’iyle oynamak bir yana, onu görmezden geliyor, kendisini dışarıda bırakarak aşkın bir hakikate ulaşmayı arzuluyordu. Bu haliyle, alıp başa tac edilesiydi.
Benjamin, ‘ben’inden metinlerde çekmediğini kısa ömründe layıkıyla çekti. “Bir dildeki yabancı sözcükler gibidir” diye tanımladığı Yahudiliği 1900’lerin başında Avrupa’yı saran faşizm için iştah kabartıcı, melankolikliğiyse modern dünya için fazlaydı. Ölümünden bir yıl önce Alman mülteciler tarafından yayımlanan bir dergide çıkan yazısı nedeniyle Alman vatandaşlığından çıkarıldı. Almanların Fransa’yı işgal etmesi ve Paris’teki evini Gestapo’nun basması üzerine 1940’ta Fransa’nın güneyindeki Portbou kentine kaçtı; burada polis tarafından Gestapo’ya teslim edileceğini öğrenince intihar etti. Kendine bile teslim etmediği ‘ben’liğini başkalarına teslim etme fikrinin ağırlığına dayanamadı.
“Kendimi sözcüklere –aslında bulutlardan başka şey değildir- saklamayı çok erken öğrendim” diyen Benjamin; ‘kendini’, saklayacak, örtecek, kollayacak bulutları gördüğünde ve onu oraya götürecek tali yolu (çünkü intihar sanıldığı gibi ölüme giden ana değil tali yoldur, çok kez planlanmıştır ve çok defa ölümün buruk acısı hissedilmiştir. Öncesi vardır, pratiği vardır, alt yapısı sağlamdır, ince elenip sık dokunmuştur, intihar en şık ‘ben olma’ şeklidir! İnsan kendisini en çok intihar etmeye karar verdiğinde tanır) bulduğunda hiç çekinmedi. Yazarken konuşmasına izin vermediği benliğini, ‘alınyazısı’nı yazarken kuşku duymadan karşısına alıp sohbet etti. Benjamin ancak ‘son bakışta’ ‘ben’ dedi.
Benjamin kendisi için olduğu kadar, onu okumaya ve anlamaya hevesliler için de çıkmaz bir sokak. Oğuz Demiralp, Benjamin arayışımıza önemli bir katkı sağladığı ‘Tanrı Bakışlı Çocuk’ önadlı kitabında şöyle der: O denli kolay mı Benjamin'i bulmak? "Haddimi aşmış olmak olarak görülmezse tanrıbilimsel diyebileceğim yönden başka yönde aramayı ve düşünmeyi hiç beceremedim. Yani Tora'nın her bölümünde kırk dokuz katman imlem olduğuna ilişkin Talmud öğretisine göre aradım ve düşündüm" demiş bir arayıcı/kazıcı o. Yeni kitaplara saptım. Bir gün Strasbourg'da "Walter Benjamin Geçiti" adını taşıyan garip bir sokağa çıktım. Birkaç bina arasındaki bir avluya götürdüğü için aslında çıkmaz nitelikte bir sokak.
Şimdi yukarda yazdıklarımı okudum da, sanki anlatamamışım. Ey şu yazıyı okuma zahmetine giren okur, karşımda otursaydın takınacağım tavırla söylersem olay şudur.
-Abi sen bir yazarsın, yazıyorsun ve hatta metnin kralını, allahını yazıyorsun ve o metinlerde ‘ben’ sözcüğü geçmiyor. İnat için yapsan, yani ne bileyim bir iddiaya girsen yine geçer bir yerlerde. Adam ‘ben’ demiyor ya! Senin, bırak yazmayı okumaya ömrünün vefa etmeyeceği metinleri sana kendisinden bahsetmeden anlatıyor.
-Haa tamam o zaman ya, öyle desene.
-Dedim.
-İyiymiş.
Üçüne merdiven dayamış yeğenim geçenlerde yüzüme bakıp “Ben demek sen demek, sen demek ben demek” dedi. Hafif kuşkulu ve olumlu cümleyi soru cümlesi haline getiren bir vurguyla. Ben bu cümlenin, konuşmaya yeni başlayan yeğenimin teyzesine duyduğu büyük sevgiyi anlattığını düşünüp, “Baksanıza beni çok seviyor” diye bağırınca ablam, “Yok, olay o değil” der gibi kaşlarını kaldırdı. Meğer sevgili yeğenim ‘ben’ ve ‘sen’ arasındaki varoluşsal farkı anlamaya ve bunu dille ilişkilendirmeye çalışıyormuş. Yani, ‘ben’ kendime ‘ben’ diyorsam o nasıl kendine ‘ben’ dermiş? ‘Ben’ sözcüğü benimle ilgiliyse nasıl olur da bir de onunla ilgili olurmuş? Nasıl olur da herkes ‘ben’ olurmuş?
‘Ben’i henüz olmayan yeğenim Efe ve ‘ben’ini azad eden Benjamin siz çok
yaşayın e mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder