Etiketler

Sayfalar

28 Eylül 2010 Salı

baker


ulus'un yaptığına, tıpkı bir fırıncının her sabah erkenden kalkıp yaptığı gibi 'ekmek pişirmek' denmez mi? ulus'un yazdığına ekmek denmez mi? ulus'un yaptığı ekmek yenmez mi? ulus baker'in tüm sıkıntılarına, elini kolunu nereye koyacağını bilememelerine rağmen umutsuz olduğunu düşünmüyorum. metnin onu çok kolaylıkla, getirip sinizmin kapısına bırakması olasılığına rağmen, o her zaman meraklı, umutlu ve çalışkandı. ulus her sabah ekmek yapardı. tıpkı onun gibi geceden hamuru mayalayıp, güne taze ekmek kokusuyla başlamak lazım. yazmak lazım. ulus the baker.

öğle uykusu


gustave courbet, uyku

"Öğle uykusu bir zorunluluktur. Sizden bir şeyi kibarca istemek yerine basbayağı dayatır kendini. Oradadır işte, çekici, işveli, yumuşacık, kısacası dayanılmaz. Sıcaklığıyla sarar sizi, okşar, sever. Onu körü körüne izlersiniz. Gözleriniz siz istemeseniz de kapanır, bedeniniz gitgide gevşer, biraz sonra belli belirsizce içi boşalır sanki, hafifler, görünmez gibi olur, yok gibi. İçiniz mutlulukla, bir mutluluk biçimiyle dolup taşar. Bırakırsanız kendinizi, koyuverirseniz ve içten içe şaşırarak benliğinizi teslim edersiniz."

thierry paquot, bir sanattır öğle uykusu

26 Eylül 2010 Pazar

genç oğlanla yaşlı adam


bir insanı sevmek ne kolay aslında. genç, hatta epeyce küçük (belki 17 yaşında) ofisboy oğlanı sırf dudak kenarlarındaki dudak renginden azcık daha koyu çizgiler yüzünden sevdim. böyle diyorum ama başka sebepleri de var. onu ilk görüşümde sevdim. eli kolu zarf dolu, asansöre bindi, kıvırcık mı saçları, çok mu güzel burnu, masmavi mi gözleri, dolgun mu dudakları, kız gibi mi yoksa bu? hiç mi bakmaz insan yüzüne, utangaç mı, peki neden bu kadar şehvet dolu? atıf yılmaz hayatta, müjde ar da azcık genç olsa da bununla bir film yapsalar, izlemelere doyamam. ona bakmaktan, bu kadar güzel bir şeye bakmaktan kendimi alamıyorum. o güzelliğin, zarf taşıyan, kemikli, cinsiyetsiz ve gençlik dolu hali gibi. o ne? ben neyim? ona bakmak istiyorum sadece. insan neden güzele bakmak istiyor acaba, nasıl bir haz veriyor ki bakmak ona? o sadece güzel de değil, hiç ses çıkarmadığı için sanki bir hayvan. sanki ben de egzotik hayvanı gözleyen avcı. kasıklarında sancı. zarfları düşürdü yere. refleks, topladım verdim, teşekkür etti mi, yoksa bir inilti mi çıkardı, bilmem. muhtemelen trabzonlu bir anası var, ona karalahana aşı pişiren, kızkardeşi var, liseye giden, babası var, bunu döven. bunun da kemikleri var, beni ağlatan...
bir insanı sevmek ne zor aslında. orta yaşlı, siyah kemik çerçeve gözlüklü, kelleşmiş, bürokrasi insanı... iki çayı hesap makinesiyle hesaplayıp, para üstünü söyleyerek veriyor. misal 'iki çay 90 kuruş, para üstünüz 10 kuruş'. ters ters bakıyorum. aslında bütün gıcıklıklarına göz yumabilirdim, yanında çalışan herkesi mütemadiyen azarlamasaydı. hacer hanım iki tost hâlâ olmadı mı, mustafa boşları topla, sallanma, ahmet pelin hanımın gazozu unutuldu mu? mekanik bir ses tonuyla sürekli buyuruyor, sürekli azarlıyor, sürekli söyleniyor. dün de masaya oturmuş yüzlerce loto kâğıdını dolduruyordu. bir yandan da voliyi vurmak istiyor. muhtemelen evde, türbanlı olduğu için utandığı bir karısı, üç yaşında bir kızı var. annesigille altlı üstlü oturuyor ama parayı bulursa bakırköy'e falan taşınmayı düşünüyor. ona baktıkça bir insandan nefret etmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyorum. bıçağı kapıp karnını deşme şansımı azaltan, aramızdaki geniş tezgaha dua ediyorum.

ham sanat



jean dubuffet bir ara 'sanatta para yok' deyip baba mesleği olan şarap ticaretiyle uğraşmış. sonra da müthiş bir yıkıcı enerjiyle önüne gelen her akım, kişi, malzeme, durum, bok püsürü 'reddedip' kendini Breton'la birlikte kurdukları 'art brut' akımına vermiş. sanatın 'hamlığı'na kafayı takmış, olgunlaşmayı siktiretmiş, ama kendisi çok olgun bir insanmış. olgun insan lafını sevmiyorum. bana çok hataya yer yokmuş hissi veriyor. oysa insan her yaşta hata yapar. bu arada sanatçıların hayatını biri bana böyle anlatsın çok istiyorum. mesela 'elinden şarap şişesi düşmezdi götoğlanının' ya da 'hayta frengiden öldü' gibi şeyler söylesin ben onun bir resmini kuru boyalarla taklit etmeye çalışırken.

23 Eylül 2010 Perşembe

hazelton avenue


Alone in bed the joy is even deeper
I feel like I could - write a best seller.
diyor manic street preachers. onları 2000 yazında ne çok dinlemiştim walkmaninde. kadıköyde ikinci el kasetlerini bulmuş, sokaklarda terleye terleye dinlemiştim. sahipsiz arabanın arkasında tekel kanyağı, dimitrokopula şarabı içerken de iyi gitmişlerdi akşamüstlerinde. ama sonra unuttum onları. şimdi, tamm şimdi o hatırlattı, 'so take me back to hazelton avenue' diyerek.
yatakta tek başına dönüp durmak beni iyi yazar yapacaksa yapmasın, ben
yatağın içinde, kanepenin üzerinde, halıyla yeknesak, koltuğa ters oturup ayakları da dikip, rüzgârın tatlı tatlı okşadığı bir sonbahar öğleden sonrasında kumsalda, sabaha karşı çimenlikte, kar yağarken bankta, el ele yürürken bilmediğim bir sokakta, güneş batarken boğaz'da seni öpmek istiyorum.

22 Eylül 2010 Çarşamba

beykın


Francis Bacon, çok nadir istisnalar haricinde, varolmanın ıstırabını, ümitsizliği ve 'insanoğlunun kötü ruhluluğu'nu resmeder. Bacon, bir röportajda insanoğlunu 'doğası henüz gelişememiş hayvan' olarak nitelemiştir.
Eserlerinde genelde bir figür, kapatılmış/kafeslenmiş olarak bir iç mekânda resmedilir. İnsan tenini derisi soyulmuş, kasap penceresinde asılı hayvan eti ile ilişkilendirerek betimler. Figürler çarpılmış, güçlü bir devinim içinde hapsolmuş, bir girdaba ya da fırtınaya kapılmış gibilerdir. Tuvaller, genelde dini konuları resmeden ortaçağ resimleri gibi triptik olarak tasarlanır ancak işlenen konu olarak insanoğlunun yozluğu, kötülüğü ve karanlığı mevcuttur.
bugün iş yerinin yemekhanesinde patates yemeği yerken içinden et çıktı, liflerine ayrılmış, pembe kahverengi et. hissettiğim duygu üzüntüydü, bir sürü gerçek üzüntüden farklı bir gerçek üzüntü.
dün tophane'de olanlar hakkında herkes bir şeyler söylüyor. uğultu büyüyor, içimi derin bir umutsuzluk sarıyor. bir sürü derin umutsuzluktan farklı bir derin umutsuzluk. C. tophane'de büyümüş, tophane kötü bir yer olamaz. Bu gece rüyamda Francis Bacon'ı Tophane'deki kişisel sergisinin açılışında lif lif olmuş 'beykın' ve tophaneli c.'den dayak yerken görürsem bana da 'canım, naber, özledim, görüşelim' demesinler, aman demesinler.

20 Eylül 2010 Pazartesi

süpermarket


moda migros'ta, saçları l'oréal 10 numara açık sarıyla boyanmış 60'larındaki Hale Hanım'ın Ülker İçim krem peynirin bütün 'yeşil sermaye'liğini elinin tersiyle itmesi, Üsküdar Kiler'de, 325 TL'lik Aker başörtüsünün düşen iğnesini tekrar tutturmaya çalışan Kübra Hanım'ın Jacobs Gold hazır kahveyi 'düşman' nazarlarla süzmesi, Asiye'nin Bağcılar Tansaş'ta, tuvalet kâğıtlarının hemen yan rafında dizilmiş ve üzerinde 'Orkid Gece. Kanatlı, Esnek Koruma' yazan mor pakete uzanan nişan yüzüklü tombul eli, Uğur'un ekmek, kola, hazır köfte ve piko'lu, meryem'in dolmalık biber, yarım kilo kıyma, dereotu ve bir de son anda akla gelmiş 'aseton'lu market arabaları, üzerinde kırmızı mavi renklerle ŞOK yazan yaka kartına acemice adını yazıp yakasına asmış olan kasiyer Seher'in oksijenle açtığı saçlarına tutturduğu tel toka, çınnn! Manav reyonunda elmaları, maydonozları seven, konserve kavanozlarına tek tek dokunan, şekerlemelerin içindekiler kısmını okuyup, ekmek reyonundaki kokuyu içine çeken demiryollarından emekli Muhsin Bey, iki kırmızı tuborg, bir 2000 sigarası alan inşaat işçisi Mehmet, patates kroket, dondurulmuş pizza, çilekli süt ve renkli bir magazin dergisini araba almaya lüzum görmemiş kucağında tutan yalnız anne Şebnem, kırılan şişeden yere dökülen kolayı paspaslayan temizlik işçisi Hakan, genç kasiyer Arzu'yu öğle yemeğinde Burger King'e götürmek için yanıp tutuşan mağaza müdür yardımcısı Ali Tahir, ekmeğin fiyatının sadece bir saatliğine yarıya düştüğünü mekanik bir ses tonuyla anonslayan ve mesai saatinin bitimine 45 dakika kaldığını görüp sevinen Türkân...

7 Eylül 2010 Salı

serbis ve kafa


sabahın beş buçuğunda. zangııırrr. nasıl da üyümek ister bu küçük. b'yi unutmadım, no merak. büyümek değil, üyümek çünki. uykuya devam. 12 yaşındaki kemikleğrim uykuda usul usul, belki karıncaların falan duyacağı bir garç garç sesiyle büyürken... nasıl da kıııııış. zangııııır. uyumak istiyorum, daha sadece çocuğum ve iki kat çorabın altındaki kaval kemiklerim yemin ederim acıyo, havadan. sızlıyo, sovuktan.
serviste bir ben. ilk beni almış. hava daha aydınlanmamış. sonra o kızı almaya gidiyoruz. önce apartmanın ışığı yanıyo, sonra o kız ve annesi görünüyo merdivenlerden. uyku mahmuru annesi, kızı cin gibi. uyku mahmuresi annesinin pembe sabahlığı, çiçekli terlikleri... allajım, başkasının annesini sabah beş buçukta görünce, üzerindeki önceki geceden kalma kızartma kokusunu duyar gibi olunca afallamayacak kadar büyük değilim. ciğerim daha 12 yaşında ve tabii ki kollarım da. ama kafam önce çıktığına göre, o benden beş saniye büyük.

renoir tablolarındaki kadınlar gibisin


quiet days in clichy'de joey nys'e 'ne kadar dolgunsun, renoir tablolarındaki kadınlar gibi' diyor. renoir kadınlığın bir tür çocukluk olduğuna ve kadınların moral değerlerden bağımsız yaratıklar olduğuna inanıyordu. onun kadınları hafif dalgın, epey dolgun, biraz uyuşuk, neredeyse melankolik, çokça hazcıydı. haniyse, ağır ağır hareket eden birer haycan. hayvan yazacaktım, elim kaydı, haycan yazdım. siler miyim, silmem.