
kadıköy-beşiktaş vapurunun, gazete okuyan avukat, bulmaca çözen yaşlı, düşünen genç kız, düşünen genç kızı kesen genç oğlanlarla ve 'sıcak sahlep, sahlep sıcak' diye bağıran sivilceli garsonlarıyla dolu üst katında, yağmurdan çürümüş cam kenarında, bacağımı kalorifere dayamanın ve bir bardak demli çayın verdiği doygunluk hissiyle oturuyorum. Vapur, öyle gitse saatlerce, hadi demem. kendimi rahat hissediyorum. Sanki o derisi yırtılmış koltukta, çeşit çeşit götün, yıllarca süren bir çalışma sonucu oluşturduğu çöküntü ben kendimi iyi hissedeyim diyeymiş, yerimi arıyormuşum da bulmuşum.
üzerimde ablamın eski siyah pantolonu ve muazzez teyze'nin eski vişne çürüğü rengi ceketi var. çay içip, elimdeki fotokopilerden makaleler okuyorum. ben diyeyim simmel'den bir şeyler, sen de habermas'dan. unuttum. geçmiş zaman.
vapurda sık sık karşılaştığım kemancı, yaylılarda daha da yayılan, halk arasında yaygın bir ezgi tutturmuş içeri giriyor. kimseden doğrudan para istemiyor, şarkı bittikten sonra öyle geziniyor sadece. vapur beşiktaş'a yanaşırken, yoruldu mu artık, bildiği şarkılar mı bitti, gelip yanıma oturuyor. üzerinde rengi solmuş, siyah bir pantolon ve vişne çürüğü rengi bir ceket var. sanki bir müzik grubuyuz, adımız da çürük vişneler mesela. kostümümüz de vişne çürüğü ceketler. yalnız onun üzerindekiler daha solgun, tozlu. sabah birlikte üzerimizi giyinip evden çıkmışız da o yolda birileriyle boğuşmuş, üstü başı tozlanmış. ya da ben gruba sonradan, çok sonradan katılmışım, onun çaldığı şarkılara epey sonradan, 'ağlamakla inlemekle, ömrüm gelip geçiyor' demişim şarkının sonunda artık iyice tizleşen sesimle. kemancıyla ben, otuz yıl arayla çekilmiş iki fotoğraf gibi, beşiktaş iskelesine yanaşan bir vapurda yanyana oturuyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder