
hava soğuktu. ama daha da soğuyacaktı. bunu bildiğimden akşam evin önüne bir ton kömür döktürdüm. hamza abi kamyonuyla geldi, kömürü gürültüyle döktü, gitti. sabah tülü aralayıp iri, kara ve yağlı parçalardan oluşan yığına baktım. onlara dokunduğumu hissettim. Elimden kayıveren, tuhaf formlarıyla kavramanın pek güç olduğu fosil kalıntıları. babam odaya girdi, yanıma geldi, "biz taşırız, sen kahvaltıdan sonra git dükkânı aç" dedi. formika masanın tek kanadını açtık, peyniri, zeytini, gül reçelini, çayı koyduk. gürül gürül yanan sobanın ısıttığı odada sessizce kahvaltı ettik. Babam, karım, çocuklar... o zaman sen yoktun. 'olmana' daha bir saat vardı.
dışarı çıkınca, kömür yığınına bir daha baktım. bir ton kömürle kışı çıkarabilir miyiz diye ölçüp biçtim. Küçük parçalara böldüm kafamda. aylara, günlere, saatlere, anlara... Cadde boyu yürüdüm. yol kenarında uyuz bir köpek gördüm. Kemikleri dışarı çıkmış bir ucube... derisi kanserli, siğilli, içi irin dolu yaralı. bana baktı uzun uzun. bu kışı çıkaramaz diye düşündüm.
kepenkleri kaldırdım. gürültüyü duyunca bakkal serkan kafasını uzattı yan dükkândan. "selamünaleyküm ramazan abi" dedi. "aleykümselam" dedim. "hayırlı işler"
"sana da abi." dedi. "yeni demledim çayı, otursun da içelim."
"olur" dedim.
kapının kilidini açtım, içeri girdim. ışıkları yaktım. elektrikli sobayı çalıştırdım. tezgâhın arkasına geçtim.
işte sen tam o anda 'oldun'. vitrine bakıyordun. altınların yüzüne vuran aydınlığı içinde ucu kızarmış burnunu gördüm önce. üzerinde beyaz bir manto vardı. kolunda da eski bir çanta, sımsıkı tutmuştun. vitrine bakıyordun. o vitrine dizdiğim bileziklere, kolyelere, yüzüklere bakan kadınları izledim ben yıllarca. onların gözleri, bir kuyumcu vitrinine, bordo kadife tepsiler içinde dizilmiş yirmi iki ayar altın yüzükleri değil, bir ayeti takip eder. her kadın kendi ayetini bir süre okuduktan sonra, kalan yerden devam etsin diye vitrin önünde doldurduğu hava boşluğunu sıradakine devreder, belli belirsiz mırıldanarak: amin.
içeri girdin. kapının üzerinde asılı duran nazar boncuğu çıngır mıngır sesler çıkardı. içeriye bir gül kokusu doldu. bana baktın. küçücük suratında kızarmış küçük top gibi burnun, çekik ela gözlerin, incecik kaşların, röfleli saçların vardı. pembe ruj sürmüştün. atkın da kırmızıydı.
"allahlı kolye var mı?" diye sordun.
tezgahın altından tepsiyi çıkarıp önüne koydum. içlerinden birini seçtin, ötekilere hiç yüz vermeden. "ne kadar?" dedin kırmızı ojeli işaret parmağını üzerine götürüp.
tarttım. "62" lira dedim.
"peki o zaman" dedin, arkanı dönüp kapıya doğru yürüdün.
"beğendiyseniz..." dedim.
dönüp, "daha sonra alacağım" dedin.
"ne kadar varsa... sonra getirirsiniz üstünü" dedim.
"olur mu öyle?" dedin.
"olur" dedim.
gülümsedin.
üzerinde kuyumcu ibrahim yazan küçük pembe kutuya koydum kolyeni. soğuktan donmuş parmaklarınla alıp mantonun cebine koydun, teşekkür ettin. üstünü en kısa zamanda getireceğini söyledin, çıktın.
gittin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder