Etiketler

Sayfalar

31 Ocak 2011 Pazartesi

aslı gibidir


kaç erkek, bir kadının rahatlama/gevşeme anını sutyen ve topuklu ayakkabılarını çıkartması metaforuyla gösterebilir ki? kaç erkek?

29 Ocak 2011 Cumartesi

beğenmedik


paris sokaklarında fink atmalar, şanzelize'de yok efendim... sonra yurtiçi seyahatler olsun. ah çok eğlendik ama başımıza da şunlar şunlar geldi demeler. mesela karaburun'da. rakı+balık+hamak. pek âlâ. gezi blogu sahibi olmak. bilet koleksiyoncusu olmak. sahip.com. ben de mesela ümraniye'den bahsetmek istiyorum. otobüs yolda bozuldu, aktarma yaptık. 20 Ü bu akşam yine Mustafa Kemal'den geçmedi. Yaşlı teyzeler ofladı pufladı, iki büklüm yokuş çıkmalar... semtimize meydan yapılıyor bir de, üç yüz yıl gecikmeyle. ve bunun için daha iki sene önce ne dölarlar marklar akıtılarak yapılan kocaman bir bina yıkılıyor. moloz moloz. böyle görsen. gri gri. binanın yıkılmamış bölümünden bir lavabo sarkıyor. zamanında abdest alınmış kendisinde misal. tek dişi kalmış canavar. ümraniye'de çıkmaz sokak kalmayacak demişti belediye başkanı bir kere. masasının üzerinde duran pirinç levhada hasan haussmann yazmalar...

sosyal mesaj



ikea'da genç anne ve babalar, bebeklerine 'yabancıların' evlerindeki gibi mobilyalar almak için, değince insanı çosst diye çarpan elektrik yüklenmiş alışveriş arabalarını sürüyor. kadın, 'ay bu çok şirin' diyor lüzumsuz bir harcamayı havada sallarken. adam, 'hayatım hadi' diyor. arabayı köfte bölümüne sürüyor. bir de çocuk mönüsü diyorlar. "kepek ekmeği al" diyor kadın, sırada sıkılıp ağlamaya başlayan çocuğu oyun alanındaki 'kardeşlerin' yanına sürüklerken. hesap 22.50 tutuyor. adam kredi kartıyla ödeyip, cam kenarındaki masalardan birini tutuyor.



buraya çöp dökmek yasaktır,
eski sevgilililerle,
anlaşabilirsek ne güzel olur,
karton kolililerle
kocaelililerle...


sosyal mesajı gözüne gözüne vermiyim diye cümleyi tam kurmuyorum mesela. artist gibi göndermeli, mesajlı bişeyler yazıyorum. gözlerimi kısıp tekrar okuyunca bi tatmin hissi sarıyor içimi. bazen de olmadı ama neyse zaten kimse okumuyor diye gönderiyorum. birbirinden epey alakasız görsellerle 'süslediğim' yazılarımdaki kopukluk, bağlam dışılık, bol tashih, çağrışımlarla ilerleyen düşünce akışı cehaletle birleşince ortaya hiç bir şey söyleyemeyen yazılar çıkıyor. sonra blogu okuyan var mı diye bakıyorum istatistikler bölümüne ki onu da yeni ve tesadüfen öğrendim. en çok okunan yazı 'sıçamıyorum' başlıklı yazı çıkıyor. adam sıçamıyor, derdine derman arıyor. google'a bir umut yazıyor: sıçamıyorum. karşısına benim hiç bir derde deva olamayacak blogumdaki saçmasapan bir yazı çıkıyor. o adam hayata küsmez mi? zaten içi kurumuş, olmuş sana mürdüm eriği. neyse bugün yorgunum mesajları aytek ve büyük ev ablukada verecek.

27 Ocak 2011 Perşembe

"abluka burda başlıyor çünkü"


Büyük Ev Ablukada, büyük sehpanın üzerinde önceki geceden ağzı açık kalıp yumuşamış yarım paket doritos, bardağın dibine yapışan kola, şişenin dibinde azcık kalmış bira, ağzına kadar dolu küllük, sigara kokusu sinmiş bir yastık, şarjı bitmiş eski model bir telefon, modada bir ev, sabaha karşı kanepede sızılmışken televizyondan yayılan national geographic sesi gibi bir grup...

16 Ocak 2011 Pazar

tuhafiye kokusu


haydarpaşa'dan trene bindik. ben, tren daha bostancı'ya varmadan sıkıldım. koridorda, kompartımanlarda, restoranda dolandım. tuvaletteki teneke depolu lavaboyu sevdim. annemle arkadaşı bütün gece kompartımanda oturup sohbet etti. ben arada kitap okudum. kulağımda kulaklık olduğu için onları hiç duymadım. onları hiç duymamak için kulaklık taktım. sabaha karşı afyon'a vardık. sisli puslu bir hava, bomboş bir gar, bıyıklı taksiciler. yarım saat sonra gideceğimiz kasabaya ulaştık. otele yerleştik. etrafta bir kaç tane kedi ve tesisi işleten adam dışında kimse yoktu. sıcak sulardan çıkmamalar ve sis içinde geçen bir hayat gibi gelmişti bana. içerde dışarda sis, sadece sis. içerdeki sisten sıkıldığımız bir gün kasabaya indik. annemle arkadaşı mırıl mırıl. kasabanın tek kırtasiyesi, kasabanın tek pastanesi, kasabanın tek kahvecisi derken sıra kasabanın tek tuhafiyesine geldi. annemin arkadaşı içeri girdi, biz dışarda kaldık. kısa bir süre sonra çıktı, elinde bir poşet mavi yün ip vardı. gözleri yaşlıydı. kasabanın tek caddesinde yürüdük. hiç konuşmadık. neden sonra, annemin arkadaşı anneme dönüp, 'çok yaşlanmış' dedi.
istanbul'a dönünce, annemin arkadaşı bir gün bize geldi. "sana ördüm" deyip, içinde mavi hırka olan bir poşet uzattı bana. "yalnız, boyunu kocama göre ölçtüm, kolları biraz uzun olmuş" dedi. bazı ipler yıllarca bir tezgahta bekliyor, sonra da bazı kocaların uzun kollarına ölçülen mavi hırkalar oluyordu bu hayatta. bir de derin bir sızı, anılarda...

12 Ocak 2011 Çarşamba

bir yol, bir yolcu, bir yolculuk



adımı neredeyse doğru telafuz edebilen bir patrick'le bu mumun önünde sigara içtik. minimal tekno ve insan olmanın amacı gibi konulardan konuşurken durup birbirimize baktık ve, 'boşveeer' der gibi gülümsedik. patrick viyanalıydı, elektronik müzik yapıyordu, hayır hayır bir program kullanmıyordu, programı bizzat kendi yapıyordu ama bunu söylemekten gerçekten utanıyordu. patrick gözlüğünün iki kalın camıyla birden, gözümün önünde utandı. çünkü ben 'cubase' diye dandik bir program kullanıyordum ve gerçekten taş devrinden kalmaydım. o ise, programın kendisi olduğunu söylemişti ve bu hiç de mütevazı bir cevap değildi. ben utanınca o da utandı. iki hafta bulgaristanda kalmıştı ve şimdi dubaide olmaktan hiç hoşlanmamıştı. benim hikâyem yine çok basitti. otel odasında televizyon izlemiş, sınırsızca mango suyu ve sigara içmiştim. patrick, biraz şekerleme almak için içeri girdi.





yine bir takım ayaklar ve bacaklar çektim.



yiyebilirken yedik.



yamuk kadrajlı fotoğraflar çektim. o sırada benim fotoğraflarımı çekenler oldu. ellerinde koca koca objektifli makinalar vardı.




terliklerimin arasından kum çıktı.



otelde interpol dinleyip dans ettim.



uçakta meyve suyu, kahve filan ikram ettiler. teşekkür ederek, kibarca aldım. gerçekten çok kibardım. yemeğimin özel bir yemek olduğunu söyleyip doğrulattılar. biraz tereddüt ederek, 'vejetaryen' dedim. tepside 'strict vegan' yazıyordu. 'o kadar abartmayın' dedim içimden. ama 'kiviye alerjim var' demeye utandım.



elmalı payın elmalı içi için ceviz kırdık. cevizler babannemin ceviz ağacından.


'fırın yanmışken' annem 'elmalı pay' yaptı. ev tarçın koktu.



yolculuğa çıkmadan önceki akşam, babam kestane pişirdi. bazıları zor açıldı, bazılarının içinden pişmiş kurtlar çıktı.

8 Ocak 2011 Cumartesi

kader


küçükken 'buz patencisi' olmak istiyordum. annem, "olamazsın" diyordu. "türkiyede'ki tek buz pisti ankara'da ve biz oraya gidemeyiz." annem evden çıkasıya, köpüklü sular yapıp parkelerde kaymam. pijamamı çekip çekip. simler sürüp sürüp... bir haftasonu babanneme giderken annemle yolda cem karaca'yı gördük. birlikte, uzaktan da olsa bir sanatçı görmek, bizi birbirimize yakınlaştırdı sanki. yani ikimiz de kendimizi cem karacayı görmeden önceki halimizden daha 'bilgili' filan hissettik. ben, 'cem karaca'yı gördüğümüze göre buz patencisi de olabilirim' diye düşündüm. eminönü sahilinde durup, boğazı seyrettik. bol soğanlı balık ekmeklerimizden ısırırken annem birden, 'belki istanbul'a da açılır buz pisti yakında' dedi, göz kırptı.

5 Ocak 2011 Çarşamba

gönüllere pompa


zamanı akan, giden, ardışık bir şey gibi algılıyoruz ya hani. onda bir yanlışlık var. bazen akmıyor. hiç bir şey akmıyor. günlerdir birikenler içerlerde bir yerde fena tıkanma yapıyor. sonra, çok başka bir gün, başka bir yerden çıkıveriyor, aniden. çınn diye açılıveren bir kulak gibi açılıyor onun gönlü önünde mesela, ama beyhude. annemin, tıkanan lavaboya uyguladığı yöntem oysa ne güzel: kolu sıyır, avuç içini lavabo deliğine bastır, bir kaç defa kuvvetlice pompala. avcunla. öyle, plastik pompayla değil, avcunun içiyle. pompala. pompala. açılsın gönüller. ohh.

4 Ocak 2011 Salı

boring is beautiful


londra'da bir konferans. adı: sıkıcılık 2010. 'duvar boyasının kurumasını dinlemek', 'otopark çatılarının dayanılmaz güzelliği', 'ingiliz usulü kahvaltının kişiliğime etkileri' başlıklarıyla sunulan makaleler. eve ilk otomatik çamaşır makinası geldiğinde, çamaşır yıkayan makinamızı izlemiştik saatlerce. camın ardında birbirine karışan renklerle başımız döne döne. insanın içini delen kokularla pişen portakallı üzümlü keklerin kabarmasını izlemiştik, fırın camından. brüksel lahanalarının haşlanmasını, tencerenin üstünden, camın önünde sigara içerken. rakı kadehlerinin dolup dolup boşalmasını, sessizce. buzun erimesini, kaygıyla. o uyurken, nefes alış verişini korkuyla. serçelerin bir paket çekirdeği bitirmesini, moda sahilinde. gece yarısı uyanınca su içip bir bardak, hareket etmemize gerek kalmadan karın kaslarımızı çalıştırdığını iddia eden bir aletin reklamına bakmıştık dakikalarca. izlemişiz, beklemişiz, bakmışız, susmuşuz, ne kadar sıkılmışız.

2 Ocak 2011 Pazar

sırrı varmış gibi




sanki hep bir sırrı varmış gibi hissettiren eğri gülüşü...

patti smith, çoluk çocuk