
fotoğraf: elif türkölmez / ümraniye
yirmi yedi yaşımdayım. hatta önümüzdeki hazirandan itibaren yirmi sekiz. hiç tıklamayan, gerçek anlamda 'değişmeyen' bir rutinin içinde geçti bu yirmi yedi yıl. çoraplarımı tanıdım. annemin mercimek çorbasının tadını, diğer mercimek çorbalarından ayırt ettim ve baharın gelişini kokusundan anladım. şimdi uzaktan bakınca nasıl olup da 'değişmedi' diyebiliyorum değişen onca şeye bilmiyorum aslında. sonuçta pek çok şey değişti. eski evdeki mobilyalar mesela... içki içilmediği halde, özenli bir barı olan vitrinimiz, yeşil kadifeden ceviz koltuklarımız yok artık. ama o vitrindeki 'Gelişim' ansiklopedileri hâlâ burada. arka balkondaki kitaplıkta duruyorlar. değişmeyen şey evin kokusuydu belki. her evin bir kokusu vardır ve ev sahipleri o kokuyu taşındıkları evlere tıpkı abajur ya da buzdolabını taşır gibi taşır. her ailenin bir kokusu vardır ve o aileyi diğerlerinden ayıran en önemli şey o kokudur. allah için söyleyeyim, normal olan da bu gerçi ama, şu evde bir gün olsun herhangi bir şeyi, bir sözü, bir tavrı yadırgamadım. kokuyuysa hiç. annem, babam, ablam ve kardeşim öyleydiler. biz böyle kokuyorduk. ve bunun sorgulanası bir tarafı yoktu.
geçen sene istanbul film festivali'nde gösterilen ve o zaman türkçe'ye 'şeylerin boktanlığı' adıyla çevrilen The Misfortunates, herkesin bir ailesi olduğunu ve herkesin de o aileye benzediğini, benzemek zorunda kaldığını anlatan bir film. Dimitri Verhulst'un kitabından uyarlanan filmin senaryosu Christophe Dirickx ve yönetmen Felix Van Groeningen'e ait. Öykü, bir ev, bir çocuk, alkolik bir baba, kumarbaz, haylaz, işe yaramaz üç amca ve bir de babaanne etrafında dönüyor. bir de şu anda şunu farkettim ki, bir film hakkında yazmanın zorluğu film hakkında yazmanın zorluğu değil, ne yazarsan yaz filmin anlattıklarının yanında eksik kalacağı hissinden geliyormuş.
filmde 13 yaşındaki haliyle gördüğümüz ancak flashforwardlarla 27 yaşındaki haline de ışınlandığımız Gunther'in, kirasını ödeyebilmek için çeşitli işlerde çalıştığı bir dönemde trenlerde kahve ve çörek sattığı bir gün, mola vakti bir sigara sarıp tren camından bakarak tüttürdüğü sahnede söyledikleri filmin neden belçika'nın banliyölerinde geçtiğinin de sebebi: trenleri bir çok nedenden dolayı affedebiliriz. en basiti o bir trendir. arabaların aksine, trenler dünyanın arka tarafında ilerler. istasyona yakın kenar mahalle evleri diğerlerinden biraz daha iyi haldedir. ama raylarda yol alırken yalnızca kötü halde olanları görebilirsiniz. hiçbir araba yolculuğu, bir memleket hakkında tren yolculuğu kadar fikir veremez. bahçelerimize, çatı katlarımıza ve barakalarımıza bakarsınız. iplerde kuruyan iç çamaşırlarımızı görürsünüz. bahçe süslerimize, kerevizlerimize, pırasalarımıza, verandalarımıza ve tuğladan yapılma barbekülerimize bakarsınız. flaman topraklarında boy gösteren, mahkeme kararınca onaylanmış ama tadı olmayan otları ağır ağır yiyen inekleri görürsünüz. rayların kenarındaki yere sabitlenmiş tozlu mermer ve granitlerin sevdiklerimizin son durağı olan yeri simgelediklerini görmek istiyorsanız, trene binin.
'aile'yle ilgili en sevdiğim şey belki de, onun hiç değişmemesi. arka balkonda kurumaya bırakılan yaş cevizlerin tadı gibi, hiç değişmeyecek olması. annem, bir sevgili bulup beni terk etmeyecek. babam, yanıma gelip, naber diye sormayı hiç bir zaman bırakmayacak. kardeşim her gün telefon edecek ve akşamları benimle sohbet. ablam, evden ayrıldığı için bana uzak ve yabancı davranmayacak. bunları bilmek, sıkıcı belki ama güzel. etrafım, değişen insanlarla doldu. bakıyorum bakıyorum hiç bir şey söylemek gelmiyor içimden.