
annem ölünce, vitrindeki danteller kendiliğinden sökülmeye başlamayacak. babam ölünce, alet çantasındaki çekiç, alıp kendini bir duvara vurmayacak, taak taak! Ölüm eşyada tahribat yaratmıyor. Birileri ölüyor ve televizyonun kumandası çalışmaya, musluktan sıcak su akmaya, saatin akrebi yelkovanı kovalamaya devam ediyor. Belki o saat dursa, musluk aniden bozulsa, yastıklar patlayıp içlerindeki elyafı konfeti gibi başımızdan aşağı yağdırsa, duvarların sıvası dökülse, buzdolabı çalışmayı kesse, çay kutusu yan yatıp tezgaha dökülse, acı görünür olacak, acı bir şeye 'benzeyecek'. sırf bu yüzden belki, ölünün odasında öldüğü anda duran saat mesela, olağanüstü bir durum olarak muhafaza edilir. çok nadiren de olsa ölünün ardından solan çiçek, konuşulur...
ağaç'ın (the tree 2010), sekiz yaşındaki Simone'u (Morgana Davies) da babasının ölümünü hiç bir yerde 'göremiyor'. Simone, bu, herkes tarafından olmuş olduğu söylenen ama kendisinin var olan şeylerle, eşyayla, sözcüklerle, dokunmayla, bakmayla algılayamadığı durumu bahçedeki ağacın varlığıyla 'görmeye' çalşıyor. Ölüm bir noksanlık durumuysa, ölenin yerine bir şey koyma, gediği doldurma, bu noksanla baş etmek için iyi bir yol olabilir. Gediği oyma, onu daha da derinleştirmeyse ölüm gibi noksanlıkların en fenası, telafi edilemezi gibi bir durumun insan zihniyle algılanmasını daha da karmaşık hale getirebilir.
julie bertucelli'nin kaybın bir ağaçla, koca bir ağaçla, doldurulabileceğini anlatan filmi, doğayla birebir ilgili olan 'ölümün' yine doğanın kendisiyle, ağacın dokusu, otların rengi, suyun tuzu, toprağın nemiyle, anlaşılabileceğini gösteriyor. aşılabileceğini değil ama. çünkü ortada bir 'aşma' durumu da yok. ölüm 'aşılacak' bir durum değil. belki alışılacak bir süreç. çocuğun kaybı, her ne kadar babanın çocuklarla ilişkisini uzun süre izleyemesek de tahmin edebiliyoruz, klasik anlamda bir 'baba' kaybı değil. Bir 'var'ın 'yok'luğa dönüşü ve bunun 'gözle görülememesi'nin verdiği huzursuzluk, can sıkıntısı, burun kemiği sızlaması...
anne dawn'ın (charlotte gainsbourg) eşini kaybettikten sonraki halleri, "daha çok kadın yönetmen" hayalimin iştahını kabarttı. evde biri ölüyor, dolayısıyla ev 'dağılıyor'. bertucelli bu noktada 'anne'ye hiç de evi toparlayıcı, yeniden eski haline sokucu kadın rolünü biçmemiş. karakter, klasik anlamda koruyup kollayıcı, çocuklara babalarının ölümünü hissettirmemek için çırpınan bir 'anne' figürü değil. acının ilk dalgasını yatakta geçiriyor. perdeler kapalı. çocukların aç olup olmamasıyla ilgilenmiyor. banyo yapıp yapmamalarıyla da. şokun ikinci evresiniyse 'dışarda' geçiriyor. bir tesisatçının yanında çalışmaya başlıyor. bara gidiyor. bir erkeği seviyor. yeniden. tutkuyla. kocasını hiç hatırlamayarak. bertucelli'nin, pek çok yönetmenin aksine, yarattığı bu 'kocasının ölümüyle başka türlü baş eden kadın' portresi bence sinemanın en güçlü kadın karakterlerinden biri olmaya aday. denizden çıkan ve 'acıktım' diye annesinin yanına, karavana, gelen simone'a dawn'ın verdiği cevap, 'elma var orada, ye' de bu kadının en akılda kalan repliği.
avustralya güneşinin turuncusuyla kırının yeşilinin, filmin, insanın başını döndüren atmosferini yaratmada büyük katkısı olsa da asıl emek görüntü yönetmeni nigel bluck'ın.
ağaç'ın kaybı ne 'oğul odası'nınkine, ne 'rabbit hole'unkine, ne 'üç renk: mavi'ninkine benziyor. burada bir kayıptan çok bir dönüşüm, bir yenilenme var çünkü. Saydığım üç filmde de çocuğunu ve/veya eşini kaybetmiş insanların acısını görüyorduk, ağaç'taysa babasını kaybetmiş bir çocuğu izliyoruz. ölümün en çok çocukları yaralayacağını düşünürken, onunla en kolay, en doğal şekilde çocukların başettiğini görüyoruz.
ağaç, bir yas filmi değil. ölünün ardından hayata tutunmaya çalışan kalanın filmi değil. babanın yokluğuna ağıt değil. ağaç'ı izlerken önce toza bulanıyor, sonra okyanusa giriyor ve o ıslak halinizle kocaman bir ağaca sarılıp kalıyorsunuz. öğlen uykusu gibi, denize karşı elma dişlemek gibi, sevdiğiniz birine sarılmak gibi...
yazarken bu çalıyordu