Etiketler

Sayfalar

28 Nisan 2011 Perşembe

matins

'tous les matins du monde sont sans retour' der fransızlar. 'dünyanın tüm sabahları geri dönüşsüzdür'. her sabah aynı saatte kalkıyorum. aynı saatte otobüse binip, her zamanki yerime oturuyorum. her sabah aynı saatte motora binip karşıya geçiyor, aynı otobüsle meydana çıkıyor, aynı yerden orta boy sade kahve alıyor, aynı yerde servis bekliyorum. aynı çantam yanımda, aynı kitap elimde duruyor. cebimde aynı anahtarlar, insanlara her sabah aynı şekilde günaydınlar, aynı yollar, aynı düşünceler. kulaklıkları takıp aynı radyoyu açıyorum. paris'te aynı grev, istanbul'da aynı patlama, üsküp'te aynı seçim var. aynı elbiseyi giymişim. saçım da aynı. gözümün kenarına çektiğim kalem, dudağıma sürdüğüm gül kurusu ruj, tırnağımdaki lacivert oje aynı. 'dünyanın tüm sabahları geri dönüşsüzdür' diye tekrarlıyorum içimden. bir çiçek bana selam veriyor.

Tuttum aşık oluverdim.
Ben kaldırımın bir ucunda,
Tâ öteki ucunda o

tous les matins du monde

26 Nisan 2011 Salı

ağaç


annem ölünce, vitrindeki danteller kendiliğinden sökülmeye başlamayacak. babam ölünce, alet çantasındaki çekiç, alıp kendini bir duvara vurmayacak, taak taak! Ölüm eşyada tahribat yaratmıyor. Birileri ölüyor ve televizyonun kumandası çalışmaya, musluktan sıcak su akmaya, saatin akrebi yelkovanı kovalamaya devam ediyor. Belki o saat dursa, musluk aniden bozulsa, yastıklar patlayıp içlerindeki elyafı konfeti gibi başımızdan aşağı yağdırsa, duvarların sıvası dökülse, buzdolabı çalışmayı kesse, çay kutusu yan yatıp tezgaha dökülse, acı görünür olacak, acı bir şeye 'benzeyecek'. sırf bu yüzden belki, ölünün odasında öldüğü anda duran saat mesela, olağanüstü bir durum olarak muhafaza edilir. çok nadiren de olsa ölünün ardından solan çiçek, konuşulur...
ağaç'ın (the tree 2010), sekiz yaşındaki Simone'u (Morgana Davies) da babasının ölümünü hiç bir yerde 'göremiyor'. Simone, bu, herkes tarafından olmuş olduğu söylenen ama kendisinin var olan şeylerle, eşyayla, sözcüklerle, dokunmayla, bakmayla algılayamadığı durumu bahçedeki ağacın varlığıyla 'görmeye' çalşıyor. Ölüm bir noksanlık durumuysa, ölenin yerine bir şey koyma, gediği doldurma, bu noksanla baş etmek için iyi bir yol olabilir. Gediği oyma, onu daha da derinleştirmeyse ölüm gibi noksanlıkların en fenası, telafi edilemezi gibi bir durumun insan zihniyle algılanmasını daha da karmaşık hale getirebilir.
julie bertucelli'nin kaybın bir ağaçla, koca bir ağaçla, doldurulabileceğini anlatan filmi, doğayla birebir ilgili olan 'ölümün' yine doğanın kendisiyle, ağacın dokusu, otların rengi, suyun tuzu, toprağın nemiyle, anlaşılabileceğini gösteriyor. aşılabileceğini değil ama. çünkü ortada bir 'aşma' durumu da yok. ölüm 'aşılacak' bir durum değil. belki alışılacak bir süreç. çocuğun kaybı, her ne kadar babanın çocuklarla ilişkisini uzun süre izleyemesek de tahmin edebiliyoruz, klasik anlamda bir 'baba' kaybı değil. Bir 'var'ın 'yok'luğa dönüşü ve bunun 'gözle görülememesi'nin verdiği huzursuzluk, can sıkıntısı, burun kemiği sızlaması...
anne dawn'ın (charlotte gainsbourg) eşini kaybettikten sonraki halleri, "daha çok kadın yönetmen" hayalimin iştahını kabarttı. evde biri ölüyor, dolayısıyla ev 'dağılıyor'. bertucelli bu noktada 'anne'ye hiç de evi toparlayıcı, yeniden eski haline sokucu kadın rolünü biçmemiş. karakter, klasik anlamda koruyup kollayıcı, çocuklara babalarının ölümünü hissettirmemek için çırpınan bir 'anne' figürü değil. acının ilk dalgasını yatakta geçiriyor. perdeler kapalı. çocukların aç olup olmamasıyla ilgilenmiyor. banyo yapıp yapmamalarıyla da. şokun ikinci evresiniyse 'dışarda' geçiriyor. bir tesisatçının yanında çalışmaya başlıyor. bara gidiyor. bir erkeği seviyor. yeniden. tutkuyla. kocasını hiç hatırlamayarak. bertucelli'nin, pek çok yönetmenin aksine, yarattığı bu 'kocasının ölümüyle başka türlü baş eden kadın' portresi bence sinemanın en güçlü kadın karakterlerinden biri olmaya aday. denizden çıkan ve 'acıktım' diye annesinin yanına, karavana, gelen simone'a dawn'ın verdiği cevap, 'elma var orada, ye' de bu kadının en akılda kalan repliği.
avustralya güneşinin turuncusuyla kırının yeşilinin, filmin, insanın başını döndüren atmosferini yaratmada büyük katkısı olsa da asıl emek görüntü yönetmeni nigel bluck'ın.
ağaç'ın kaybı ne 'oğul odası'nınkine, ne 'rabbit hole'unkine, ne 'üç renk: mavi'ninkine benziyor. burada bir kayıptan çok bir dönüşüm, bir yenilenme var çünkü. Saydığım üç filmde de çocuğunu ve/veya eşini kaybetmiş insanların acısını görüyorduk, ağaç'taysa babasını kaybetmiş bir çocuğu izliyoruz. ölümün en çok çocukları yaralayacağını düşünürken, onunla en kolay, en doğal şekilde çocukların başettiğini görüyoruz.
ağaç, bir yas filmi değil. ölünün ardından hayata tutunmaya çalışan kalanın filmi değil. babanın yokluğuna ağıt değil. ağaç'ı izlerken önce toza bulanıyor, sonra okyanusa giriyor ve o ıslak halinizle kocaman bir ağaca sarılıp kalıyorsunuz. öğlen uykusu gibi, denize karşı elma dişlemek gibi, sevdiğiniz birine sarılmak gibi...

yazarken bu çalıyordu

19 Nisan 2011 Salı

hipoglisemi



elektrikler kesilince bilgisayar filan böyle çat diye gidiveriyor ya gözümüzün önünde, bir de mesela soğutucusunun sesi böyle 'viiiiiiğn' diye azalıp susuyor. İşte öyle oluyordu. Bununla ilgili hatırladığım ilk şey, beş yaşımdayken filan, erdek'te, o şeftali bahçesinin içindeki pansiyonun penceresinden bakarken bakarken yataktan düşüp şap diye taşa yapışmamdır. annem uyanınca yarıya inmiş bir sarelle kavanozuyla beni koyun koyuna taşta uyurken bulmuş. sonra bu sık sık tekrarlanmış. ben durup dururken küt diye yere düşüveriyormuşum. soğan koklatmalar, burnuma kolonyaya bandırılmış mendiller dayamalar, tokat atmalar filan... ben mütemadiyen bayılıyorum, düşüyorum, kalıyorum. idrar testi için anasağlığın soğuk tuvaletinde annemle öööylece beklediğimizi hatırlıyorum. çişim bir türlü gelmiyor. test yapılmıyor. doktor da, 'eeeh' deyip, sinirseldir' teşhisini dayıyor. annem, 'beş yaşındaki çocukta ne siniri?' dese de, kısmetle kolkola girip eve dönüyoruz tıpış tıpış. ben işte, o günden beri 'sinirli' bir insanım. doktor öyle demiş çünkü. bütün o bayılıp kalmalar, otobüste tansiyon düşmeleri, sokakta kan şekeri seviyesi azalmaları hep sinirdenmiş. sabah kahvaltısında ekmeğine reçel sürenlere gıcık olmalarım (çünkü ben aç karna şeker yiyemiyorum), ben saat başı acıkırken, rengim sararıp morarırken, beş saat yemese taş gibi duranlara sinir olmalarım, aniden gelen krizler, soğuk soğuk terlemeler, ellerde titreme, gözlerde kararmalar hep sinirdenmiş.
değilmiş.
bende hipoglisemi varmış. bende böyle bir şey, adı olan bir şey, olmasına sevindim. çünkü, "simit alalım mı şurdan?" derken, "sen de hep burdan geçerken simit alıyorsun" diyenlere, "kilo aldın, noluyo?" çekenlere, "daha yeni yemek yedik. gerçekten o elmayı yiyecek misin?" yapanlara, çantamdaki kuru kayısılara, fındıklara inanamayanlara, beni, içimi, midemi, kanımı, damarımı, karaciğerimi, kol kaslarımı, memelerimi, kıçımı, kalbimi anlamayanlara artık söyleyebileceğim bir cümle mevcut. "bende hipoglisemi var."
uçakta vejetaryen yemek yok diyen hostesler, neden düğmeme basılmış gibi gözyaşlarımın aktığını anlıyor musunuz? kahvenin yanında elmalı turta da olsun dediğimde, "hiç ihtiyacın yok" diyen arkadaşlarım siz de anlayın beni. bir çeşit korkudan çok yemelerimi, ya acıkırsam, ya düşersem, ya rengim bembeyaz olursa, ya kusarsam, diye düşünmelerimi, hesap kitap yapmalarımı...
tıbba, ilk defa, inanıyorum. o yaşadıklarımın bir sebebi varmış. o terslenmelerin, kalp kırıklıklarının bile. hepsinin sebebi bir parça domatesle, zeytinmiş. ben, raporlu hipoglisemili, ben mutlu. sakin. bir simit alabilir miyim? yanık olsun.

14 Nisan 2011 Perşembe

ofis



fotoğraf: elif türkölmez/ikitelli

bir ara biri güvenilir bir internet sitesinden bir haber bağlantısı yollamıştı ve bunu günlerce konuşmuştuk. Bizimkine oldukça benzer bir işyerinde çalışan bir adam masa başında kalp krizi geçirmiş, çalıştığı bölmenin oradan geçenler bu durumu bütün gün boyunca fark etmemişler. Haberin asıl önemli tarafı bu değildi. Bir iş yerinde kaç kişi çalışır ki, yüz elli milyon kişi olacak değil ya? Birgün mutlaka birinin başına böyle bir şey gelecekti. Akıl almayan şey, adamın kamuya açık bir alanda ölümünün ulusal haber bültenlerine geçmesine neden olan az rastlanacak bir durumdu. Haberin ilk cümlesinde belirtilmişti: Geçtiğimiz günlerde Arlington Virginia'da sigorta şirketinde çalışan bir adam masasının başında kalp krizi geçirerek öldü. Cesedi dört gün sonra çalışma arkadaşları ofisteki iğrenç kokudan şikâyet edince bulundu.
Yazıda bütün bir cuma gününün ve hafta sonunun geçtiği, bölmesinde ölen adamı kimsenin fark etmediği anlatılıyordu. Ne bir iş arkadaşı, ne bina görevlilerinden biri, ne de çöpleri alanlar adamın öldüğünü anlamamıştı. Bunu okuduktan sonra gel de pazartesi gününün geleceğine inan... Pazartesi gününün beraberinde sıradan işlerle birlikte toplantılar getireceğine, geçen hafta not bıraktığımız insanların bizi geri arayacaklarına gel de inan... Pazartesi gelip geçmişti ve adamı pazartesi günü de bulmamışlardı. Ancak salı günü, salı öğleden sonra çürümüş bir muzun varlığından şüphelendiler diye ofisi aramaya giriştiklerinde içlerinden birinin masasının yanında, üzerine düşen koltuğuyla gözlerden uzak bir şekilde yerde ölü olarak yattığını görmüşlerdi. Kendimize böyle bir şeyin nasıl mümkün olabileceğini sorup duruyorduk. Mutlaka toplantı yapmak isteyen biri uğramış olmalıydı. Biri mutlaka bir toplantıya niye katılmadığını sormaya bölmsine gelmiş olmalıydı. Ama hayır, bu zavallı adamcağız etrafındaki bölmelerde çalışanların bir günaydını bile esirgeyecekleri kadar değersiz biriymiş işte... Bunun nasıl mümkün olabileceğini anlayamıyorduk.

Joshua Ferris
Ve İşimiz Bitti

7 Nisan 2011 Perşembe

bu cadde sarhoş







geçenlerde

fotoğraflar: elif türkölmez



30. istanbul film festivali'nde reha erdem'in seçimi olan bataklık'ı nbc'nin biletiyle izledim. çünkü o gelmedi. ona göre en güzel film 'uzak' olduğu için film de seçmemişti zaten.



bu ay boyunca benim odamda efe'nin birinci kişisel karma resim sergisi var. efe sergiye bir adet de fotoğrafla katılıyor. göbeğini güzel sanatlar fakültesine gömmüştük, meyvelerini topluyoruz.



bu kitabın kapağı, sofrada mevsimin ilk kavununu görmüş gibi moralimi düzeltiyor. duygu günkut yapmış. eline sağlık.



béla tarr söyleşisinden çıkan ders: do not play, just be. kadraja sağ alt köşeden giren kahverengi botum.



erkan abi believes in starbucks.



hayat pahalılığı hakkında konuştuk.

bu aralar

fotoğraflar: elif türkölmez/beyoğlu/ümraniye/şişhane/sıraselviler



arkadaşlarla dergi okuduk.



annemle ayva seçtik.



elma da...




béla tarr'la sigara,



erkan abiyle bira içtik.



efeyle pasta yaptık.