Etiketler

Sayfalar

10 Temmuz 2011 Pazar

soğan pembeleş


'kavrulmuş soğan' diye arattım önce. çıkmadı. 'soğan pembeleş' yazdım, mercimekli köfte, iç pilav filan çıktı. 'soğanlar pembeleşmeye başlayımca' yazdım, google, 'soğanlar pembeleşmeye başlayınca' yazıp 'bunu mu demek istediniz?'diye sordu. canım sıkıldı, değiştirmedim, 'm'li 'm'li arattım, pırasa çıktı, canım çekti. sadece zeytinyağında kavrulmuş kuru soğan arıyordum, bulamıyordum. sonunda bu çıktı, bi blogdan, istediğim kadar kavrulmamış ama fena değil. Kavrulmuş soğanın yağlıboya tablosunu yapıyorum. 'Annemler' adlı etamin çalışmamın yanına asacağım. "İstanbul Modern'in demirbaşı olacaksın bunlarla" demişti. Hiç gerek yok.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

tebrikler kazandınız



o sabah beşiktaş'ta iniyorum otobüsten. aslında yaptığıma 'inmek' denemez. 'kendimi zor atıyorum.' buhar havaya, cayır kaldırıma, vıcık kalabalığa... yok aslında hiçbirine değil, bir kocaman bardak, koyu, şekersiz misler gibi kahveye. görüyorum orada o kahveci dükkanını.
aslında ben günlerini, her sabah otobüsle kabataş'a gitmekle, oradan fünikülere binip, yine istisnasız her sabah taksime'e doğru yokuş yukarı çıkmanın bu kadar kolay olmasına şaşırmakla geçiren bir kadındım. füniküler beni çok fena etkiliyordu öyle söyleyeyim. ona, onunla, onun için ne yapacağımı bilemiyordum. poğaça filan olsa dereotlu peynirli, on tane filan alacaktım, yumuşak yumuşak, yağlı yağlı, tuzlu tuzlu karnını ısıracaktım. patates salatası olsa, dişlerim kamaşa kamaşa üzerine daha çok limon sıkacak yumuşak, pütürlü patates parçalarını dilimde ezerken 'sana aşığım' diye inleyecektim. bira olsa kusana, rakı olsa sızana kadar içecektim. adam olsa, bildiğin, ensesinden, saçlarının kıvrıldığı, büküldüğü tam o yerden öpü öpüverecektim. ama o sadece bir fünikülerdi ve ona binmekten başka ne yapacağımı, onu başka nasıl seveceğimi bilemiyordum. bazen başımı camına yaslıyor, serinliğiyle ancak alnımın köşesini avutuyordum. aklımın köşesini avutmayaysa cam yetmezdi, bir parça serin cam, ı ıh, yetmezdi. günlerini, az önce de dediğim gibi bir demir yığınına, kapılarını bazen beni merdivenlerden patır patır inerken gördüğü halde beklemeden kapatabilen bir demir yığınına duyduğum aşkı katmer katmer açarak geçiren bir kadına dönüşüyordum. beni beklemeden gidince arkasından en fazla, 'ağzın rutubet kokuyor" diye bağırıyordum. 'öpme beni.'
o sabah, attım işte kendimi beşiktaş'ta. 'ne gideceğim!" der gibi, 'beklesin, görsün gününü, yolumu gözlesin" der gibi. attım terlikli ayağımı, etekli bacağımı, hırkalı kolumu kaldırıma. hem karar da vermiştim artık kahveyi bu duraktaki kahveciden alacaktım. elimde mavi karton bardakla, klasik müzik çalan İtalyan kahvecisi'nden çıkacak, eteğimi savura savura yürüyecektim yazın bas bas bastırdığı sokakta. servise köşeden binecek, ona da bir daha işte, hiç uğramayacaktım. hiç.
girdim içeri. 24 yaşında (yemin edebilirim), adı kesin mehmet olan, kısa saçlı, keçi sakallı, güler mi gülmez mi belli değil yüzlü mehmet bana 'hoşgeldiniz' dedi. 'bir kahve, sade, orta boy' dedim. net. kahveyi hazırladı, mavi, dolu, sıcak karton bardakla birlikte bir de küçük kâğıt uzattı. kartvizit büyüklüğündeki kâğıdın üzerinde dokuz küçük yuvarlak vardı. birine, ilkine damga gibi bir şey bastı, ilk kutucuk kırmızı mürekkeple doldu. 'bunu tamamlayınca bir bardak kahve ikramımız' deyip, gülümsedi. 'beni en az on kere, çünkü kesin ücretsiz kahvemi almaya giderdim, buraya bağlayacak, fünikülerden uzak tutacak nefis bir bahane' diye düşündüm, 'tamam' dedim. 'belki de 'ok' dedim, tam hatırlamıyorum. ertesi gün, bir ertesi gün, öbür gün, diğer gün her gün o kutucukları doldurabilmek için artık beşiktaş'ta iner oldum. ve sonunda doldurdum. doldurduğumun ertesi sabahı ikram kahvemi almak için dükkana girdim. adının kesin mehmet olduğunu düşündüğüm, 'kesin mehmet'in yüzünden düşen bin parçaydı. günlerdir kutucuk doldurmanın çok acayip önemli bir şey olduğunu düşünmekten bunalan beynimle 'hay allah ben konfeti filan yağacak, balonlar patlayacak sanıyordum tamamlayınca, biraz sönük oldu' deyiverdim. aslında sanırım bunu 'kesin mehmet'i güldürmek için söyledim. gülmedi. 'kusura bakmayın' dedi mırıl mırıl. 'başımda bir 'kanrasvervaed' var da...' 'ne kanser mi?' diye bağırdım. 'yok yok karasevda' dedi sanki daha 'iyi' bişeymiş gibi. 'haa' dedim, 'iyi'. 'kanser olmasın da...' 'karasevda' dedi. 'bugünlerde keyfim yok' 'olur öyle dedim' yine 'kanser olmasın da...' tepkim ajans dinleyen dede tepkisi gibiydi. 'çok şükür kanser olmasın da... aman aman...'
dışarı çıktım. ikram kahvemle cayır kaldırımda yürümeye başladım. bir sigara yaktım. 'yarın sabah fünikülere bineyim' diye düşündüm. 'kanser olmasın da...' diye mırıldandım, 'karasevda nedir ki...'


yazarken bu çalıyordu

8 Temmuz 2011 Cuma

sen artık benden sonra...



fotoğraf: elif türkölmez/taşkışla

"buradan iki ay önce geçmek için neler vermezdim abla" diyor taksici. "efendim?" diyorum. cam açık, emniyet mahallesinin oradaki tünele daha yeni girmişiz. hiçbir şey duymuyorum. "eski karım" diyor. "burada oturuyordu". "eskiden onu görmek için hep buralara gelirdim. ama iki ay önce duydum ki evleniyormuş. artık gelmiyorum, rahatsız etmek istemiyorum" diyor. sigaradan derin bir nefes alıyorum, boğazım yanıyor. hiç bir şey söyleyemiyorum. "bu kiloların da sebebi o abla" diyor. "o beni terk edince ilaç kullanmaya başladım, onlar da kilo yaptı." "boşver" diyorum. "efendim?" diyor. "boşver boşver. unutmaya bak. hayat devam ediyor. sen de başka birini seversin" diyorum ezbere. "abla başınızı ağrıttım sizin de kusura bakmayın ama o iş öyle kolay olmuyor" diyor. "ne zaman boşandınız?" diyorum. "iki yıl" diyor. "iyi işte bu sıralarda unutman lazım artık" diyorum. "yok unutamıyorum" diyor. sinirleniyorum. ineceğim yere yaklaşmama rağmen bir sigara daha yakıyorum. derin bir ilk nefes çekip burnumdan soluyorum. "ben anneme hep derdim ki, anne allah bana sana benzeyen eş vermesin. çünkü seni çok seviyorum. bir tane daha senin gibi seveceğim birini istemem. ama allah tuttu bakın bana ne verdi" deyip, telefonunu arkaya uzatıyor. alıp bakıyorum. iki tane şişman kadın. biri daha genç. ama hakikaten birbirlerine benziyorlar. ikisi de beyaz tenli, yeşil gözlü, şişman ve yumuşak görünüyorlar. "güzelmiş" diyorum. "ama dediğim gibi hayat devam ediyor, yine aşık olursun..." "yok abla ben sonsuza kadar onu seveceğim, bu benim ömrüm, hayatım, ben onsuz bir hayat düşünemiyorum. yine bana dönmesini bekleyeceğim. allahıma her gün dua ediyorum, hatasını anlasın diye" diyor. "sağdaki siyah arabanın arkasında ineyim" diyorum. "ne kadar?" köprü parasıyla birlikte bana yoldan aldığı su ve sigara parasını da taksimetrede yazana ekleyip uzatıyorum. "iyigeceler abla, kusura bakma" diyor. "rica ederim ama dediğim gibi hayat güzel, yeniden aşık ol" diyorum. "yok abla ben onu bekleyeceğim" diyor. kapıyı kapatıp arkasından bakarken, sigaradan derin bir nefes çekip yere atıyor, izmariti ezerken okkalı bir küfür savuruyorum. taksiciye olmadığı kesin.

takside bu çalıyordu

sen ağlama



"bir tane zeytinli poğaça, poşete gerek yok" dediğim günler, "ya bir de çay alayım ben" diye eklediğim zamanlar, "tahıllı simit yok mu?" diye sorduğum sabahlar, "kaşarlı simit, normal normal" diye kekelediğim, hecelediğim anlar oldu. ama bir kere de "nasılsın bu sabah?" demedim. "amerikan filmi mi burası?" der bana diye herhalde, çekindim. o, her sabah, esmer yüzü, esmer yüzünden daha esmer çilleri, incecik dudakları, bembeyaz dişleri ve çok parlak gözleriyle gülümsedi bana. ben de ona valla normalden çok, ağzımı yaya yaya... "günaydın, simit taze mi?" dedim yavşak gibi. taze olduğunu bile bile. "kasaya mı ödüyorum?" dedim, "evet" demesini bekleye bekleye. bir kere de "naber?" demedim. geçen sabah ağlıyordu. tam, "bir simit" deyiverecekken gördüm. onu öyle görünce, hatta tuhaf bir biçimde, gözlerinin yaşlı olduğunu gördüğüm anda benimkiler de doldu. simitçideki çilli kadın ağlıyordu, ben ağlıyordum. gözümdeki gözlük gözyaşlarımı saklıyor ama "bir simit" derken ağzımın büzüşmesini engelleyemiyordu. "ağlama" dedim, bir kelimeden ziyade inilti gibi çıktı ağzımdan. gülümsedi bana. dilimle dudağımın kenarına inen gözyaşını sildim. elimde simit, gözümde yaşlarla çıktım simitçiden. sokak çok sıcaktı, ben ağlıyordum. kendimi, bir dondurma topu gibi hissettim. dikkatsiz bir çocuğun düşürdüğü, düşürdüğünü farketmediği... asfaltta eriyor, bir yandan da ağlıyordum.

tomorrow is my turn