
"bir tane zeytinli poğaça, poşete gerek yok" dediğim günler, "ya bir de çay alayım ben" diye eklediğim zamanlar, "tahıllı simit yok mu?" diye sorduğum sabahlar, "kaşarlı simit, normal normal" diye kekelediğim, hecelediğim anlar oldu. ama bir kere de "nasılsın bu sabah?" demedim. "amerikan filmi mi burası?" der bana diye herhalde, çekindim. o, her sabah, esmer yüzü, esmer yüzünden daha esmer çilleri, incecik dudakları, bembeyaz dişleri ve çok parlak gözleriyle gülümsedi bana. ben de ona valla normalden çok, ağzımı yaya yaya... "günaydın, simit taze mi?" dedim yavşak gibi. taze olduğunu bile bile. "kasaya mı ödüyorum?" dedim, "evet" demesini bekleye bekleye. bir kere de "naber?" demedim. geçen sabah ağlıyordu. tam, "bir simit" deyiverecekken gördüm. onu öyle görünce, hatta tuhaf bir biçimde, gözlerinin yaşlı olduğunu gördüğüm anda benimkiler de doldu. simitçideki çilli kadın ağlıyordu, ben ağlıyordum. gözümdeki gözlük gözyaşlarımı saklıyor ama "bir simit" derken ağzımın büzüşmesini engelleyemiyordu. "ağlama" dedim, bir kelimeden ziyade inilti gibi çıktı ağzımdan. gülümsedi bana. dilimle dudağımın kenarına inen gözyaşını sildim. elimde simit, gözümde yaşlarla çıktım simitçiden. sokak çok sıcaktı, ben ağlıyordum. kendimi, bir dondurma topu gibi hissettim. dikkatsiz bir çocuğun düşürdüğü, düşürdüğünü farketmediği... asfaltta eriyor, bir yandan da ağlıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder