Etiketler

Sayfalar

28 Aralık 2010 Salı

sanal tokat


bişey ararken ararken, karşıma başka bişey çıkması. google görsellerin illa ki bir takım felaketlere aralanması. patlamış beyinler, dağılmış barsakları ben nasıl gördüm, nasıl gördüm mesela, 'kuran kursu 1989' yazıp da. ya da 'ekmek arası domates'ten nasıl siğilli ellere, çıbanlı bacaklara geldim. misal bu fotoğrafı ne ararken buldum tahminler ötesi. ama böyle bir fotoğrafı zaten ne ararken bulabilir ki insan. plastik kova, yoğurt kovası, pet şişe yazsan bu çıkmaz. kocaman memelerini avuçlamış bir esmer çıkar. çıksın. bir de fotoğrafın üzerinde sanal tokat yazması. bir şeyin "aranarak bulunamaması."

çürük vişneler


kadıköy-beşiktaş vapurunun, gazete okuyan avukat, bulmaca çözen yaşlı, düşünen genç kız, düşünen genç kızı kesen genç oğlanlarla ve 'sıcak sahlep, sahlep sıcak' diye bağıran sivilceli garsonlarıyla dolu üst katında, yağmurdan çürümüş cam kenarında, bacağımı kalorifere dayamanın ve bir bardak demli çayın verdiği doygunluk hissiyle oturuyorum. Vapur, öyle gitse saatlerce, hadi demem. kendimi rahat hissediyorum. Sanki o derisi yırtılmış koltukta, çeşit çeşit götün, yıllarca süren bir çalışma sonucu oluşturduğu çöküntü ben kendimi iyi hissedeyim diyeymiş, yerimi arıyormuşum da bulmuşum.
üzerimde ablamın eski siyah pantolonu ve muazzez teyze'nin eski vişne çürüğü rengi ceketi var. çay içip, elimdeki fotokopilerden makaleler okuyorum. ben diyeyim simmel'den bir şeyler, sen de habermas'dan. unuttum. geçmiş zaman.
vapurda sık sık karşılaştığım kemancı, yaylılarda daha da yayılan, halk arasında yaygın bir ezgi tutturmuş içeri giriyor. kimseden doğrudan para istemiyor, şarkı bittikten sonra öyle geziniyor sadece. vapur beşiktaş'a yanaşırken, yoruldu mu artık, bildiği şarkılar mı bitti, gelip yanıma oturuyor. üzerinde rengi solmuş, siyah bir pantolon ve vişne çürüğü rengi bir ceket var. sanki bir müzik grubuyuz, adımız da çürük vişneler mesela. kostümümüz de vişne çürüğü ceketler. yalnız onun üzerindekiler daha solgun, tozlu. sabah birlikte üzerimizi giyinip evden çıkmışız da o yolda birileriyle boğuşmuş, üstü başı tozlanmış. ya da ben gruba sonradan, çok sonradan katılmışım, onun çaldığı şarkılara epey sonradan, 'ağlamakla inlemekle, ömrüm gelip geçiyor' demişim şarkının sonunda artık iyice tizleşen sesimle. kemancıyla ben, otuz yıl arayla çekilmiş iki fotoğraf gibi, beşiktaş iskelesine yanaşan bir vapurda yanyana oturuyoruz.

seneye görüşürüz


"ona da söylemiştim “şimdi bu mantıyı yiyoruz ya” diye “bundan sonraki tüm mantılar seninle ilgili olacak”. gülmesi. “neden şimdinin tadını çıkar-mı-yoruz?”. şimdi, öyle tatsız ki."
demiş şenay.
onunla ilgili herhangi bir şeye dokunmaya, ölmüş birine ait hırkaya, çoraba dokunmaya korkar gibi korkuyorum ve de istemiyorum sanki. ama yazdıklarını alıp bir yerlere copy-paste olsun, kareli deftere yeşil tükenmezle yazmalar olsun, yapamadan edemeyeceğimi biliyordum. ilk defa bloğa bişey yazarken terledim.
çınar, 'şenay' diye seslendi. tam da ben başka bir şenay'dan alıntılar yapmakla meşgulken...

24 Aralık 2010 Cuma

makkah/medina


Bir gönül tavafı yüz bin hacc’olur
Gönülleri tavaf kılmaz mısınız?
[Aşık Tüccari]


annemle babam hacdan geldi. evin iklimi ve bitki örtüsü değişti. salondaki masanın üzerinde bir kaç çeşit hurma, fıstık, badem, zemzem, gümüş yüzükler, cennet kokusu (kim gidip gelmiş de kokusunu duymuş diye kıkırdadık), gül suyu, feraceler, simli, pullu örtüler, bir yanında makkah, diğer yanında medina yazan çantalar var. ziyaretçiler, evde kek pişirip getiriyor. aralarından iki kilo baklava tattıranlar da çıkıyor... mutfakta esenler aziz tatlıcısı'nda sıcak sıcak sardırılmış vezir parmağıyla, çekmeköy gül bakkaliye'den alınmış ikilik fanta yan yana duruyor. annemler hacdan geldi, her yana plastik poşetler saçıldı. bizim durumumuzu bence en iyi plastik poşetler anlatıyor zaten. annem, babam, ablam, kardeşim, ben ve plastik poşetler...

haller











fotoğraflar: elif türkölmez

bizim büyük çaresizliğimiz



birlikte geçirdiğimiz o güzel günlere ne olmuştu? benim aklım hep o günlerdeydi. ne olmuştu o günlere?yaşanan şeyler ne olur çetin, nerede durur?hatırlamaya ve belleğe ilişkin eğretilemeler beni kesmiyor. tozlu tavan arasına girmek, eski bir sandığı açmak, sararmış bir defterin sayfalarını çevirmek filan diyorum, beni kesmiyor. geçmişimizle bağlantı kurmanın tek yolu hatırlamak mıdır? başka bir eylem yok mu, olamaz mı?

ihtiyarlar şöyle der: "neden bir tane! on tane alın!"

bir gün biz de ihtiyarlayacağız çetin. zembereğimiz boşalacak. içimizde bakılacak, araştırılacak bir şey kalmayacak. biz sadece biz olacağız, "ümitsizce kendimiz" olacağız. hastane binalarına hayranlıkla bakacağız: "buranın kardiyoloji servisi iyiymiş diyorlar." ilaçlarımızı plastik bir margarin kutusuna koyup yanımızda taşıyacağız. şehirde yapamayacağız artık çetin, binalardan ve otomobillerden usanacağız. ankara'dan ayrılacağız. şehrimizden... her şeyi satıp savıp deniz kıyısında bahçeli bir eve yerleşeceğiz. bütün paralı şehirlilerin, sürükleyip getirdikleri maddi güvencelerle birlikte döküldükleri bu hayal-denize, ne yazık ki biz de döküleceğiz. ağaçlarla ilgileneceğiz, bitkilerle ve onlara iyi gelecek şeylerle: ışıklarıyla, su gereksinimleriyle ve böcek ilaçlarıyla... dış dünyanın bilgisiyle meşgul olacağız. ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, balıklara isimleriyle sesleneceğiz. şehirde, doğanın bizi yalnızca bir ceset olarak kabul edeceğini düşünürken, orada, deniz kıyısında doğaya aitmiş gibi hissedeceğiz kendimizi. çıplaklığımızı seveceğiz. en önemli sistemlerin sindirim ve boşaltım sistemleri olduğu konusunda coşkulu bir biçimde hemfikir olacağız ve pekliğe iyi geldiğini bildiğimiz otları kurusun diye ters çevirip sayvanın tavanına asacağız.

sen sormadan söyleyeyim, balık da tutacağız çetin. küçük bir motorla sabahları pata pata balığa çıkacağız. tatile gelen genç, hevesli oltacıların "burada ne balığı çıkar?" sorusuna, birbirimize bakıp, "say, aklına gelen bütün balıkları say, hepsi çıkar," diye yanıt vereceğiz.

kışları, kıyı tenhalaştığında, sandalyelerimizi ılgınların altına koyup denizi seyredeceğiz. geçmişten konuşacağız. bütün yaşadıklarımızı bıkmadan, usanmadan ve artık utanmadan hatırlayacağız. deniz azacak burnumuzun dibine kadar gelecek. hırkalarımıza iyice sarınacağız. bedenlerimiz, olan biteni kabullenmemize olanak tanıyacak bir hızla çevikliğini, gücünü, dayanıklılığını yitirmiş olacak.

hayatı, büyük çaresizliğimizi, nihayet anladığımızı düşüneceğiz. içimizde bilmediğimiz bir şeylere isyan etme isteği doğacak.

sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.

bir gün başlarımızda şapkalarımızla bahçede çalışırken, genç bir kadın duvarın ardından seslenip, tek bir kökten mor, kırmızı, siyah ve sarı biberler veren süs biberinden bir tane koparıp koparamayacağını soracak. sen ya da ben (ne fark eder!) şapkamızı çıkaracağız, başımızı kaşıyacağız ve yumuşak, kur yapar bir edayla, "neden bir tane! on tane alın!" diyeceğiz.

hareket etmezsen acı üzerinde birikir.

birbirimize güneş kremi sürerken dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü düşündüm. kıllı, göbekli iki koca adam. bizim olduğumuzu hisettiğimizden farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. bu acıklı gelmişti bana.

Bahar beni kendisine karşılık vermeye zorluyor. Her çiçeğine karşılık içimden bir çiçek, ılık esintilerine karşılık ciğerlerimden ılık bir nefes istiyor. .. Parlaklığına, hafifliğine, coşkusuna karşılık vermem gerekiyor. Bahar sunduğu her şeyi yaşamaya zorlayarak bana şiddet uyguluyor. Hele o öğleden sonraları birden bastıran yağmuru... Abartısız kötü biri yapar insanı.

O kıştan bir yıl önce, karlı bir günde Ulus'a doğru yürüdüğümüzde her şeyin başındaydık. Sonra bitti. Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana, ölecekmiş gibi oluyorum.

Caneriklerine bahar güneşi vurmuyordu! Ne yapalım öyle caneriğini?

barış bıçakçı

19 Aralık 2010 Pazar

başakla taşaklı bir gün


başaklar bizim sokağa sonradan taşınmıştı. sonradan, yani, herkes en yakın arkadaşını seçtikten çok sonra. başak hepimizden uzun boylu, hepimizden sarı saçlı, hepimizden yeşil gözlüydü. çiçekli gömlekler, kot şortlar ve beyaz spor ayakkabılar giyiyor, asla bizimle konuşmadan ekmek, yoğurt, bir paket de uzun maltepe almalardan dönüyordu. henüz bir bebek olduğunu bildiğimiz kardeşi ece ise mahallede bir efsaneydi. varlığından haberdardık ama onu gören olmamıştı. bizim, kışın ortasında azcık güneş gören annelerimiz tarafından, mavi, pembe hırkalarına birer nazar boncuğu iliştirilip sokağa çıkarılan topaç kardeşlerimiz gibi değildi ece. o bir ev ecesiydi. mahallenin bütün erkekleri başağa hasta, bütün kızlarıysa başağa gıcıktı. başak, hepimizin ilk ulaşılmazlık deneyimiydi. ama bir yandan da ona ulaşamıyor oluşumuz bizi birbirimize daha da bağlıyordu.
sürekli başaktan konuşmak istiyorduk ama başakla ilgili en büyük sorunlardan biri de enformasyon sıkıntısıydı. kız hakkında kimse bir şey bilmediğinden, 'az önce kasapta gördüm, yarım kilo kıyma alıyordu' türünden bilgiler, en az yarım saatlik konuşma malzemesi çıkarıyor, 'akşama sulu köfte var demek ki', 'yok la ne sulusu kuru yapar onlar, yanına da patates kızartması, bir de ayran', 'ne ayranı be, kola alırlar' gibi ağız sulandıran diyaloglara sebep oluyordu.
aylar geçti, başak ne yanımıza yanaştı, ne oyunumuza karıştı. mahallenin çocukları olarak artık bu durumu daha fazla gururumuza yediremiyorduk, bir şeyler yapmalıydık. herkes hep bir ağızdan konuştu, bağırdı ve en sonunda başağa kestiğimiz ceza belli oldu. onu her gördüğümüzde arkasından 'taşak' diye bağıracaktık. taşağın ne olduğu hakkında hiç bir fikrim olmadığı gibi, kızın adının baş harfini değiştirmenin nasıl bir ceza olduğunu da anlayamamıştım.
karar almamızın üzerinden on dakka geçmişti ki başak göründü. ve hiç yapmadığı bir şeyi yapıp bize yaklaştı. sanırım artık kendini hazır hissediyordu, yanımıza gelmişti. yaklaştı, yaklaştı... ben birden bağırıverdim, 'taşaaak'!
güzel başak dondu kaldı, bir adım geri attı, ağlayarak gerisin geri koştu. herkes bana baktı ve kahkahayı kopardı.
bir kaç hafta sonra, bir yaz günü öğle vakti sokağa çıktım. kimsecikler yoktu. sokağın, arsanın bu kadar ıssız olması tuhaftı ama pek takmadım. yandaki arsanın duvarına çıkıp, kertenkele yakalamaya çalıştım. öğle güneşi beynimi pişiriyordu, sokakta kimse yoktu, çok tuhaf şeyler düşündüm. o gün, orada hissettiğim hüznün aynısını hayatımın bugüne kadarki kısmında bir daha hissetmedim.
tam artık eve gideyim diye düşünüp duvardan iniyordum ki, karşımda başağı gördüm. geldi, duvara çıkıp yanıma oturdu. anlatmaya, sormaya başladı. anlattım, sordum. çok güldük, çok eğlendik. o benden sanırım altı yaş büyüktü, ben o zamanlar altıysam, o da on iki işte... güneş çok güzeldi, çimenler çok güzeldi, başak çok güzeldi, ayaklarımızı birbirine dayayıp duvarda uzandık, gözlerimi kapattım, göz kapaklarım pembeydi, güneş tam tepedeydi, hayat çok güzeldi... başakla güneşi batırdık, evlerimize gitme zamanı gelince 'iyakşanlar' deyip uzaklaştık. başak ilerleyen günlerde de eskisi gibi mesafeli, yabancı, ilgisiz davrandı bize. hiç bakmadı yüzümüze. zaten bir kaç ay sonra da taşındılar. taşınırlarken eceyi gördük. gerçekti. sarışın bir bebekti. arkasından çok konuşuldu başağın, o bizim ilk 'toplu kaybedişimizdi'. onunla bir gün geçirdiğimi ise kimselere anlatmadım, kendime deli dedirtmedim.

yalanını yedim


işyerinin yemekhanesinde servis yapan genç kadına, 'bu tavukgöğsünde tavuk var mı?' diye sordum. 'yok' dedi. yüzüme baktı, 'gerçekten yok, yalancı o' dedi. gülümsedim, aldım, yalanını 'yedim'.

kışın içinden geçip giden



hava soğuktu. ama daha da soğuyacaktı. bunu bildiğimden akşam evin önüne bir ton kömür döktürdüm. hamza abi kamyonuyla geldi, kömürü gürültüyle döktü, gitti. sabah tülü aralayıp iri, kara ve yağlı parçalardan oluşan yığına baktım. onlara dokunduğumu hissettim. Elimden kayıveren, tuhaf formlarıyla kavramanın pek güç olduğu fosil kalıntıları. babam odaya girdi, yanıma geldi, "biz taşırız, sen kahvaltıdan sonra git dükkânı aç" dedi. formika masanın tek kanadını açtık, peyniri, zeytini, gül reçelini, çayı koyduk. gürül gürül yanan sobanın ısıttığı odada sessizce kahvaltı ettik. Babam, karım, çocuklar... o zaman sen yoktun. 'olmana' daha bir saat vardı.
dışarı çıkınca, kömür yığınına bir daha baktım. bir ton kömürle kışı çıkarabilir miyiz diye ölçüp biçtim. Küçük parçalara böldüm kafamda. aylara, günlere, saatlere, anlara... Cadde boyu yürüdüm. yol kenarında uyuz bir köpek gördüm. Kemikleri dışarı çıkmış bir ucube... derisi kanserli, siğilli, içi irin dolu yaralı. bana baktı uzun uzun. bu kışı çıkaramaz diye düşündüm.
kepenkleri kaldırdım. gürültüyü duyunca bakkal serkan kafasını uzattı yan dükkândan. "selamünaleyküm ramazan abi" dedi. "aleykümselam" dedim. "hayırlı işler"
"sana da abi." dedi. "yeni demledim çayı, otursun da içelim."
"olur" dedim.
kapının kilidini açtım, içeri girdim. ışıkları yaktım. elektrikli sobayı çalıştırdım. tezgâhın arkasına geçtim.
işte sen tam o anda 'oldun'. vitrine bakıyordun. altınların yüzüne vuran aydınlığı içinde ucu kızarmış burnunu gördüm önce. üzerinde beyaz bir manto vardı. kolunda da eski bir çanta, sımsıkı tutmuştun. vitrine bakıyordun. o vitrine dizdiğim bileziklere, kolyelere, yüzüklere bakan kadınları izledim ben yıllarca. onların gözleri, bir kuyumcu vitrinine, bordo kadife tepsiler içinde dizilmiş yirmi iki ayar altın yüzükleri değil, bir ayeti takip eder. her kadın kendi ayetini bir süre okuduktan sonra, kalan yerden devam etsin diye vitrin önünde doldurduğu hava boşluğunu sıradakine devreder, belli belirsiz mırıldanarak: amin.
içeri girdin. kapının üzerinde asılı duran nazar boncuğu çıngır mıngır sesler çıkardı. içeriye bir gül kokusu doldu. bana baktın. küçücük suratında kızarmış küçük top gibi burnun, çekik ela gözlerin, incecik kaşların, röfleli saçların vardı. pembe ruj sürmüştün. atkın da kırmızıydı.
"allahlı kolye var mı?" diye sordun.
tezgahın altından tepsiyi çıkarıp önüne koydum. içlerinden birini seçtin, ötekilere hiç yüz vermeden. "ne kadar?" dedin kırmızı ojeli işaret parmağını üzerine götürüp.
tarttım. "62" lira dedim.
"peki o zaman" dedin, arkanı dönüp kapıya doğru yürüdün.
"beğendiyseniz..." dedim.
dönüp, "daha sonra alacağım" dedin.
"ne kadar varsa... sonra getirirsiniz üstünü" dedim.
"olur mu öyle?" dedin.
"olur" dedim.
gülümsedin.
üzerinde kuyumcu ibrahim yazan küçük pembe kutuya koydum kolyeni. soğuktan donmuş parmaklarınla alıp mantonun cebine koydun, teşekkür ettin. üstünü en kısa zamanda getireceğini söyledin, çıktın.
gittin.