Etiketler

Sayfalar

28 Aralık 2010 Salı

sanal tokat


bişey ararken ararken, karşıma başka bişey çıkması. google görsellerin illa ki bir takım felaketlere aralanması. patlamış beyinler, dağılmış barsakları ben nasıl gördüm, nasıl gördüm mesela, 'kuran kursu 1989' yazıp da. ya da 'ekmek arası domates'ten nasıl siğilli ellere, çıbanlı bacaklara geldim. misal bu fotoğrafı ne ararken buldum tahminler ötesi. ama böyle bir fotoğrafı zaten ne ararken bulabilir ki insan. plastik kova, yoğurt kovası, pet şişe yazsan bu çıkmaz. kocaman memelerini avuçlamış bir esmer çıkar. çıksın. bir de fotoğrafın üzerinde sanal tokat yazması. bir şeyin "aranarak bulunamaması."

çürük vişneler


kadıköy-beşiktaş vapurunun, gazete okuyan avukat, bulmaca çözen yaşlı, düşünen genç kız, düşünen genç kızı kesen genç oğlanlarla ve 'sıcak sahlep, sahlep sıcak' diye bağıran sivilceli garsonlarıyla dolu üst katında, yağmurdan çürümüş cam kenarında, bacağımı kalorifere dayamanın ve bir bardak demli çayın verdiği doygunluk hissiyle oturuyorum. Vapur, öyle gitse saatlerce, hadi demem. kendimi rahat hissediyorum. Sanki o derisi yırtılmış koltukta, çeşit çeşit götün, yıllarca süren bir çalışma sonucu oluşturduğu çöküntü ben kendimi iyi hissedeyim diyeymiş, yerimi arıyormuşum da bulmuşum.
üzerimde ablamın eski siyah pantolonu ve muazzez teyze'nin eski vişne çürüğü rengi ceketi var. çay içip, elimdeki fotokopilerden makaleler okuyorum. ben diyeyim simmel'den bir şeyler, sen de habermas'dan. unuttum. geçmiş zaman.
vapurda sık sık karşılaştığım kemancı, yaylılarda daha da yayılan, halk arasında yaygın bir ezgi tutturmuş içeri giriyor. kimseden doğrudan para istemiyor, şarkı bittikten sonra öyle geziniyor sadece. vapur beşiktaş'a yanaşırken, yoruldu mu artık, bildiği şarkılar mı bitti, gelip yanıma oturuyor. üzerinde rengi solmuş, siyah bir pantolon ve vişne çürüğü rengi bir ceket var. sanki bir müzik grubuyuz, adımız da çürük vişneler mesela. kostümümüz de vişne çürüğü ceketler. yalnız onun üzerindekiler daha solgun, tozlu. sabah birlikte üzerimizi giyinip evden çıkmışız da o yolda birileriyle boğuşmuş, üstü başı tozlanmış. ya da ben gruba sonradan, çok sonradan katılmışım, onun çaldığı şarkılara epey sonradan, 'ağlamakla inlemekle, ömrüm gelip geçiyor' demişim şarkının sonunda artık iyice tizleşen sesimle. kemancıyla ben, otuz yıl arayla çekilmiş iki fotoğraf gibi, beşiktaş iskelesine yanaşan bir vapurda yanyana oturuyoruz.

seneye görüşürüz


"ona da söylemiştim “şimdi bu mantıyı yiyoruz ya” diye “bundan sonraki tüm mantılar seninle ilgili olacak”. gülmesi. “neden şimdinin tadını çıkar-mı-yoruz?”. şimdi, öyle tatsız ki."
demiş şenay.
onunla ilgili herhangi bir şeye dokunmaya, ölmüş birine ait hırkaya, çoraba dokunmaya korkar gibi korkuyorum ve de istemiyorum sanki. ama yazdıklarını alıp bir yerlere copy-paste olsun, kareli deftere yeşil tükenmezle yazmalar olsun, yapamadan edemeyeceğimi biliyordum. ilk defa bloğa bişey yazarken terledim.
çınar, 'şenay' diye seslendi. tam da ben başka bir şenay'dan alıntılar yapmakla meşgulken...

24 Aralık 2010 Cuma

makkah/medina


Bir gönül tavafı yüz bin hacc’olur
Gönülleri tavaf kılmaz mısınız?
[Aşık Tüccari]


annemle babam hacdan geldi. evin iklimi ve bitki örtüsü değişti. salondaki masanın üzerinde bir kaç çeşit hurma, fıstık, badem, zemzem, gümüş yüzükler, cennet kokusu (kim gidip gelmiş de kokusunu duymuş diye kıkırdadık), gül suyu, feraceler, simli, pullu örtüler, bir yanında makkah, diğer yanında medina yazan çantalar var. ziyaretçiler, evde kek pişirip getiriyor. aralarından iki kilo baklava tattıranlar da çıkıyor... mutfakta esenler aziz tatlıcısı'nda sıcak sıcak sardırılmış vezir parmağıyla, çekmeköy gül bakkaliye'den alınmış ikilik fanta yan yana duruyor. annemler hacdan geldi, her yana plastik poşetler saçıldı. bizim durumumuzu bence en iyi plastik poşetler anlatıyor zaten. annem, babam, ablam, kardeşim, ben ve plastik poşetler...

haller











fotoğraflar: elif türkölmez

bizim büyük çaresizliğimiz



birlikte geçirdiğimiz o güzel günlere ne olmuştu? benim aklım hep o günlerdeydi. ne olmuştu o günlere?yaşanan şeyler ne olur çetin, nerede durur?hatırlamaya ve belleğe ilişkin eğretilemeler beni kesmiyor. tozlu tavan arasına girmek, eski bir sandığı açmak, sararmış bir defterin sayfalarını çevirmek filan diyorum, beni kesmiyor. geçmişimizle bağlantı kurmanın tek yolu hatırlamak mıdır? başka bir eylem yok mu, olamaz mı?

ihtiyarlar şöyle der: "neden bir tane! on tane alın!"

bir gün biz de ihtiyarlayacağız çetin. zembereğimiz boşalacak. içimizde bakılacak, araştırılacak bir şey kalmayacak. biz sadece biz olacağız, "ümitsizce kendimiz" olacağız. hastane binalarına hayranlıkla bakacağız: "buranın kardiyoloji servisi iyiymiş diyorlar." ilaçlarımızı plastik bir margarin kutusuna koyup yanımızda taşıyacağız. şehirde yapamayacağız artık çetin, binalardan ve otomobillerden usanacağız. ankara'dan ayrılacağız. şehrimizden... her şeyi satıp savıp deniz kıyısında bahçeli bir eve yerleşeceğiz. bütün paralı şehirlilerin, sürükleyip getirdikleri maddi güvencelerle birlikte döküldükleri bu hayal-denize, ne yazık ki biz de döküleceğiz. ağaçlarla ilgileneceğiz, bitkilerle ve onlara iyi gelecek şeylerle: ışıklarıyla, su gereksinimleriyle ve böcek ilaçlarıyla... dış dünyanın bilgisiyle meşgul olacağız. ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, balıklara isimleriyle sesleneceğiz. şehirde, doğanın bizi yalnızca bir ceset olarak kabul edeceğini düşünürken, orada, deniz kıyısında doğaya aitmiş gibi hissedeceğiz kendimizi. çıplaklığımızı seveceğiz. en önemli sistemlerin sindirim ve boşaltım sistemleri olduğu konusunda coşkulu bir biçimde hemfikir olacağız ve pekliğe iyi geldiğini bildiğimiz otları kurusun diye ters çevirip sayvanın tavanına asacağız.

sen sormadan söyleyeyim, balık da tutacağız çetin. küçük bir motorla sabahları pata pata balığa çıkacağız. tatile gelen genç, hevesli oltacıların "burada ne balığı çıkar?" sorusuna, birbirimize bakıp, "say, aklına gelen bütün balıkları say, hepsi çıkar," diye yanıt vereceğiz.

kışları, kıyı tenhalaştığında, sandalyelerimizi ılgınların altına koyup denizi seyredeceğiz. geçmişten konuşacağız. bütün yaşadıklarımızı bıkmadan, usanmadan ve artık utanmadan hatırlayacağız. deniz azacak burnumuzun dibine kadar gelecek. hırkalarımıza iyice sarınacağız. bedenlerimiz, olan biteni kabullenmemize olanak tanıyacak bir hızla çevikliğini, gücünü, dayanıklılığını yitirmiş olacak.

hayatı, büyük çaresizliğimizi, nihayet anladığımızı düşüneceğiz. içimizde bilmediğimiz bir şeylere isyan etme isteği doğacak.

sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.

bir gün başlarımızda şapkalarımızla bahçede çalışırken, genç bir kadın duvarın ardından seslenip, tek bir kökten mor, kırmızı, siyah ve sarı biberler veren süs biberinden bir tane koparıp koparamayacağını soracak. sen ya da ben (ne fark eder!) şapkamızı çıkaracağız, başımızı kaşıyacağız ve yumuşak, kur yapar bir edayla, "neden bir tane! on tane alın!" diyeceğiz.

hareket etmezsen acı üzerinde birikir.

birbirimize güneş kremi sürerken dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü düşündüm. kıllı, göbekli iki koca adam. bizim olduğumuzu hisettiğimizden farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. bu acıklı gelmişti bana.

Bahar beni kendisine karşılık vermeye zorluyor. Her çiçeğine karşılık içimden bir çiçek, ılık esintilerine karşılık ciğerlerimden ılık bir nefes istiyor. .. Parlaklığına, hafifliğine, coşkusuna karşılık vermem gerekiyor. Bahar sunduğu her şeyi yaşamaya zorlayarak bana şiddet uyguluyor. Hele o öğleden sonraları birden bastıran yağmuru... Abartısız kötü biri yapar insanı.

O kıştan bir yıl önce, karlı bir günde Ulus'a doğru yürüdüğümüzde her şeyin başındaydık. Sonra bitti. Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana, ölecekmiş gibi oluyorum.

Caneriklerine bahar güneşi vurmuyordu! Ne yapalım öyle caneriğini?

barış bıçakçı

19 Aralık 2010 Pazar

başakla taşaklı bir gün


başaklar bizim sokağa sonradan taşınmıştı. sonradan, yani, herkes en yakın arkadaşını seçtikten çok sonra. başak hepimizden uzun boylu, hepimizden sarı saçlı, hepimizden yeşil gözlüydü. çiçekli gömlekler, kot şortlar ve beyaz spor ayakkabılar giyiyor, asla bizimle konuşmadan ekmek, yoğurt, bir paket de uzun maltepe almalardan dönüyordu. henüz bir bebek olduğunu bildiğimiz kardeşi ece ise mahallede bir efsaneydi. varlığından haberdardık ama onu gören olmamıştı. bizim, kışın ortasında azcık güneş gören annelerimiz tarafından, mavi, pembe hırkalarına birer nazar boncuğu iliştirilip sokağa çıkarılan topaç kardeşlerimiz gibi değildi ece. o bir ev ecesiydi. mahallenin bütün erkekleri başağa hasta, bütün kızlarıysa başağa gıcıktı. başak, hepimizin ilk ulaşılmazlık deneyimiydi. ama bir yandan da ona ulaşamıyor oluşumuz bizi birbirimize daha da bağlıyordu.
sürekli başaktan konuşmak istiyorduk ama başakla ilgili en büyük sorunlardan biri de enformasyon sıkıntısıydı. kız hakkında kimse bir şey bilmediğinden, 'az önce kasapta gördüm, yarım kilo kıyma alıyordu' türünden bilgiler, en az yarım saatlik konuşma malzemesi çıkarıyor, 'akşama sulu köfte var demek ki', 'yok la ne sulusu kuru yapar onlar, yanına da patates kızartması, bir de ayran', 'ne ayranı be, kola alırlar' gibi ağız sulandıran diyaloglara sebep oluyordu.
aylar geçti, başak ne yanımıza yanaştı, ne oyunumuza karıştı. mahallenin çocukları olarak artık bu durumu daha fazla gururumuza yediremiyorduk, bir şeyler yapmalıydık. herkes hep bir ağızdan konuştu, bağırdı ve en sonunda başağa kestiğimiz ceza belli oldu. onu her gördüğümüzde arkasından 'taşak' diye bağıracaktık. taşağın ne olduğu hakkında hiç bir fikrim olmadığı gibi, kızın adının baş harfini değiştirmenin nasıl bir ceza olduğunu da anlayamamıştım.
karar almamızın üzerinden on dakka geçmişti ki başak göründü. ve hiç yapmadığı bir şeyi yapıp bize yaklaştı. sanırım artık kendini hazır hissediyordu, yanımıza gelmişti. yaklaştı, yaklaştı... ben birden bağırıverdim, 'taşaaak'!
güzel başak dondu kaldı, bir adım geri attı, ağlayarak gerisin geri koştu. herkes bana baktı ve kahkahayı kopardı.
bir kaç hafta sonra, bir yaz günü öğle vakti sokağa çıktım. kimsecikler yoktu. sokağın, arsanın bu kadar ıssız olması tuhaftı ama pek takmadım. yandaki arsanın duvarına çıkıp, kertenkele yakalamaya çalıştım. öğle güneşi beynimi pişiriyordu, sokakta kimse yoktu, çok tuhaf şeyler düşündüm. o gün, orada hissettiğim hüznün aynısını hayatımın bugüne kadarki kısmında bir daha hissetmedim.
tam artık eve gideyim diye düşünüp duvardan iniyordum ki, karşımda başağı gördüm. geldi, duvara çıkıp yanıma oturdu. anlatmaya, sormaya başladı. anlattım, sordum. çok güldük, çok eğlendik. o benden sanırım altı yaş büyüktü, ben o zamanlar altıysam, o da on iki işte... güneş çok güzeldi, çimenler çok güzeldi, başak çok güzeldi, ayaklarımızı birbirine dayayıp duvarda uzandık, gözlerimi kapattım, göz kapaklarım pembeydi, güneş tam tepedeydi, hayat çok güzeldi... başakla güneşi batırdık, evlerimize gitme zamanı gelince 'iyakşanlar' deyip uzaklaştık. başak ilerleyen günlerde de eskisi gibi mesafeli, yabancı, ilgisiz davrandı bize. hiç bakmadı yüzümüze. zaten bir kaç ay sonra da taşındılar. taşınırlarken eceyi gördük. gerçekti. sarışın bir bebekti. arkasından çok konuşuldu başağın, o bizim ilk 'toplu kaybedişimizdi'. onunla bir gün geçirdiğimi ise kimselere anlatmadım, kendime deli dedirtmedim.

yalanını yedim


işyerinin yemekhanesinde servis yapan genç kadına, 'bu tavukgöğsünde tavuk var mı?' diye sordum. 'yok' dedi. yüzüme baktı, 'gerçekten yok, yalancı o' dedi. gülümsedim, aldım, yalanını 'yedim'.

kışın içinden geçip giden



hava soğuktu. ama daha da soğuyacaktı. bunu bildiğimden akşam evin önüne bir ton kömür döktürdüm. hamza abi kamyonuyla geldi, kömürü gürültüyle döktü, gitti. sabah tülü aralayıp iri, kara ve yağlı parçalardan oluşan yığına baktım. onlara dokunduğumu hissettim. Elimden kayıveren, tuhaf formlarıyla kavramanın pek güç olduğu fosil kalıntıları. babam odaya girdi, yanıma geldi, "biz taşırız, sen kahvaltıdan sonra git dükkânı aç" dedi. formika masanın tek kanadını açtık, peyniri, zeytini, gül reçelini, çayı koyduk. gürül gürül yanan sobanın ısıttığı odada sessizce kahvaltı ettik. Babam, karım, çocuklar... o zaman sen yoktun. 'olmana' daha bir saat vardı.
dışarı çıkınca, kömür yığınına bir daha baktım. bir ton kömürle kışı çıkarabilir miyiz diye ölçüp biçtim. Küçük parçalara böldüm kafamda. aylara, günlere, saatlere, anlara... Cadde boyu yürüdüm. yol kenarında uyuz bir köpek gördüm. Kemikleri dışarı çıkmış bir ucube... derisi kanserli, siğilli, içi irin dolu yaralı. bana baktı uzun uzun. bu kışı çıkaramaz diye düşündüm.
kepenkleri kaldırdım. gürültüyü duyunca bakkal serkan kafasını uzattı yan dükkândan. "selamünaleyküm ramazan abi" dedi. "aleykümselam" dedim. "hayırlı işler"
"sana da abi." dedi. "yeni demledim çayı, otursun da içelim."
"olur" dedim.
kapının kilidini açtım, içeri girdim. ışıkları yaktım. elektrikli sobayı çalıştırdım. tezgâhın arkasına geçtim.
işte sen tam o anda 'oldun'. vitrine bakıyordun. altınların yüzüne vuran aydınlığı içinde ucu kızarmış burnunu gördüm önce. üzerinde beyaz bir manto vardı. kolunda da eski bir çanta, sımsıkı tutmuştun. vitrine bakıyordun. o vitrine dizdiğim bileziklere, kolyelere, yüzüklere bakan kadınları izledim ben yıllarca. onların gözleri, bir kuyumcu vitrinine, bordo kadife tepsiler içinde dizilmiş yirmi iki ayar altın yüzükleri değil, bir ayeti takip eder. her kadın kendi ayetini bir süre okuduktan sonra, kalan yerden devam etsin diye vitrin önünde doldurduğu hava boşluğunu sıradakine devreder, belli belirsiz mırıldanarak: amin.
içeri girdin. kapının üzerinde asılı duran nazar boncuğu çıngır mıngır sesler çıkardı. içeriye bir gül kokusu doldu. bana baktın. küçücük suratında kızarmış küçük top gibi burnun, çekik ela gözlerin, incecik kaşların, röfleli saçların vardı. pembe ruj sürmüştün. atkın da kırmızıydı.
"allahlı kolye var mı?" diye sordun.
tezgahın altından tepsiyi çıkarıp önüne koydum. içlerinden birini seçtin, ötekilere hiç yüz vermeden. "ne kadar?" dedin kırmızı ojeli işaret parmağını üzerine götürüp.
tarttım. "62" lira dedim.
"peki o zaman" dedin, arkanı dönüp kapıya doğru yürüdün.
"beğendiyseniz..." dedim.
dönüp, "daha sonra alacağım" dedin.
"ne kadar varsa... sonra getirirsiniz üstünü" dedim.
"olur mu öyle?" dedin.
"olur" dedim.
gülümsedin.
üzerinde kuyumcu ibrahim yazan küçük pembe kutuya koydum kolyeni. soğuktan donmuş parmaklarınla alıp mantonun cebine koydun, teşekkür ettin. üstünü en kısa zamanda getireceğini söyledin, çıktın.
gittin.

18 Kasım 2010 Perşembe

Ketçap yaptım


“Ketçap diye bir şey var. Domates sosu gibi. Alalım mı? Patates kızartmasına dökülüyomuş” diyor ablam. “Şişede böyle, sıkıyorsun” diye devam ediyor. "Biz bir kere almıştık Netko’dan, yiyememiştik, şekerli gibiydi tadı” diyor annem. “Amcan da almış geçen, babannenler de yiyememiş. Makarnaya dökmüşler, nimet de ziyan olmuş, tavuklara vermişler” diye devam ediyor. Tamam der gibi başını yere indiriyor ablam. Yaz vakti, pencereler açık, sokaktan arkadaşların sesi geliyor, mısırcının bir de taksitçi Süleyman’ın… Öğlen yemeği için büyük sehpayı hazırlıyoruz. Mavi beyaz pötikareli örtüyü yayıp, kenarları soluk çiçek desenli porselen tabakları, çatal kaşığı, poşet içinde ekmeği, domates salatasını, mavi plastik sürahiyi, çorbanın altına hasır nihaleyi koyuyoruz. Çorbaları tabaklara paylaştırıp oturuyoruz. Kardeşimin boyu yetişmediği için onu koltuğa otutturuyoruz. Biz ablamla altımıza yastık dizip yere… Annem biraz gecikiyor, bekliyoruz. İki dakika sonra çıkıyor mutfaktan elinde kızartma tabağı ve içi kırmızı bir şey dolu sek süt şişesiyle. “Hadi, başlayın” diyor, “Ketçap da yaptım size."

16 Kasım 2010 Salı

bok kokusu


Babam evi terk etti. Hiç bir şey almadan, bir gömlek, bir pantolon... Annem ona ait eşyaları bir süre sonra amaçları dışında kullanıma soktu: Eski donları toz bezi oldu, atletleri yer bezi. Yastık olan oduncu gömlekler, saksı olan kahve kupaları... Yatak odasındaki aynalı komodinin üzerinde yarım kalan parfümünüyse, tuvalet kokusu olarak kullanmaya başladı. Geçen akşam yolda babama rastladım. Yaklaştı, sıkıca sarıldı. O bana sarılırken, ellerim cebimde öylece donakaldım. Babam artık benim için, bastırılmaya çalışılan bir bok kokusuydu.

3 Kasım 2010 Çarşamba

her şeyi gösteren


“Günümüzde bütün ayrımı, her şeyin fotoğrafının çekilebilmesi oluşturuyor. Saklanıp gizlenebilen hiçbir sefalet tablosu bulunmuyor artık. Her türlü sefalet açıkta, ortada, gözler önündedir.

Ancak bu, herkesin sefalete eskisinden kolay alışabilmesi gibi bir anlamı içeriyor yalnız.

Eskiden bir insan hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranabiliyordu. Bugün ise çaresiz kalmış bir kimse davranışını sergileyebiliyor, çünkü fazlasıyla çok şey bilmektedir.

Dostlar arasındakiler de içinde olmak üzere, tüm konuşmalar eskisinden daha ikiyüzlü nitelik kazanmıştır. İnsanın ateş püsküreceği gereğinden çok şey var. Her Allahın günü her insan korkunç pek çok şey yaşıyor. Ama korkunçlukların fazlalığına bakıp ortada kendisini ilgilendirecek bir şeyin bulunmadığı sonucunu çıkaracak kimse, çevresinde neler olup bittiğini bilir yine de. Sağır ve dilsizlerin bile, gözleri görmeyenlerin bile kendilerini pek uzağında tutamayacağı olaylar vardır ortada, aptalların bile hiç değilse kendi canlarıyla ilgili olarak korkuya kapılmaları için yeterince neden vardır.

Dolayısıyla, bütün sözde sakin davranmalar, bir ikiyüzlülük uçurumunu kendisinde barındırıyor. “

Elias Canetti

ayna


babannem, 'bana ayna alacaktın kızım' dedi. Hastabakıcı kıyafetini anımsatan, eflatun renkli kostümü içinde sanki gençleşmişti. 'unuttum' diyemedim. yavşak bir insan gibi, 'tabii ki unutmadım' bakışıyla elimi çantama attım. Çabucak buldum. hohlayıp, bluzumun ucuyla sildim camını. Üzerinde 'Türsab' yazan lacivert omuz çantasının içine attım. 'Sağol kızım' dedi. Babanneme ayna almayı tabii ki unutmuştum ve geçen yıl Paris Modern Sanatlar Müzesi'nden aldığım, üzerinde Man Ray'in ünlü 'Violin d'Ingres' fotoğrafı olan aynamı çıkarıp vermiştim. Babannem, arkasında, sürrealist bir fotoğrafçının koca popolu çıplak bir kadını keman olarak yorumladığı o ünlü fotoğrafın basılı olduğu el aynasıyla, dudağının kenarında bir gülümseme, gözleri yaşlı, türk hacı kafilesinden oluşan kalabalığa karıştı.

sadece leblebi çekirdek verdi


Annemle babam, Dursun amcalara gitti. Biz üçümüz evde yalnız kaldık. Ablam, “Kek yapalım mı?” dedi. Ben, “Yerlere su dökelim” dedim. Benim fikrim kabul edildi. Salondaki Isparta halısını rulo yapıp kenara kaldırdık. Kırmızı plastik kovayla banyodan odaya taşıdığımız suyu yerlere döktük. Sonra ıslak zeminde yüzüyormuş gibi yaptık. Ablam yine “Kek yapalım mı?” dedi. Ben, “Karışık kuruyemiş alalım” dedim. Benim fikrim kabul edildi. Kardeşimin eline para verip kuruyemişçiye gönderdik. “Fıstık da olsun” dedik, “Fındık da…” “Sadece leblebi çekirdek doldurmasın” diye bağırdı ablam kardeşimin arkasından. On dakika sonra kardeşim elinde kesekâğıdıyla girdi kapıdan. “Leblebi çekirdek verdi” dedi. “Bu paraya onlar olmuyormuş.”
“Bari beyaz leblebi de koysaydı” dedi ablam, kesekâğıdını kardeşimin elinden hayal kırıklığıyla alırken.

ağaçdeviren


Annem tutturdu, “Adoş bana da öğret” diye. Babam pek oralı olmadı ama annem saatli yerli bir randevu verince, peki dedi. Kahvaltımızı yapalım, kavaklıkta öğreteyim.
Kahvaltımızı çabuk çabuk yaptık. Annemin keyfi pek yerindeydi, “Sofrayı sonra toplarız” dedi, “Hadi gidelim.”
Aşağıya indik. Arabaya bindik. Kavaklığa kadar gittik. Annemle babam koltuk değiştirmek için arabadan inerken ablam, “Ben korkuyorum, ineceğim” dedi. Kardeşim, “Ben de” dedi. Ben korkmuyordum. Öndeki iki koltuğun arasına dirseklerimi dayadım. Annemin ilk kez araba kullanmasını izlemek istiyordum. Onunla gurur duyuyordum. Annesi araba kullanan kaç çocuk vardır ki şu mahallede!
Babam, “Debriyajla frene aynı anda basacaksın.”dedi. “Sonra da…” diye devam ediyordu ki araba birden şaha kalkmış at gibi öne doğru atıldı. Annem gaza yüklendi, direksiyonu sağa kırdı. Araba kaldırımdan çıkıp otluk alana girdi. Önüne çıkan ilk ağaca gürültüyle bindirip durdu. Annem ağlamaya başladı, babam bir küfür savurdu.
Aşağıya indik. Arabanın önünde, ağacın girdiği yerde bir oyuk oluşmuş, kaputtan dumanlar çıkıyordu. Bize doğru koşarak gelen ablamla kardeşim gülüyordu, “Anne çok komik kullandın” dedi kardeşim. İnsanlar bize bakıyordu. Annem babama…
Annem sinir krizi geçiriyor gibi durmadan özür diliyor, böyle bir şeyi nasıl yaptığını anlayamadığını falan söylüyordu. Babam, annemin yüzüne bile bakmıyor, durmadan arabanın orasını burasını elleyip küfür ediyordu. Yanına gidip anneme sarıldım, yumruk yaptığı ellerini açıp içlerini öpmeye başladım. ikimiz de ağlıyorduk. Birkaç metre de olsa araba kullandığı için annemle gurur duyuyordum.

arabalarla ilgili bildiğim tek cümle


Babam Erdoğan amcayı aradı, bizi Esenler’e, babaannemlere götürmesini istedi. “Onlar da görsün arabayı” dedi. Erdoğan amca geldi. Ben babamla öne, şoför koltuğunun yanına oturdum. Yolda küçük bir tümsekten geçtik, arabanın içinde hep beraber zıpladık. “Neredeyse kafamız tavandan çıkacaktı” deyip sesli bir şekilde güldüm. Kimse bir şey demedi. Babamın yüzüne baktım, ciddi görünüyordu. Bu cümleyi, bazı sabahlar kendi oğluyla birlikte bizi de okula bırakan Hikmet amcadan duymuştum. Okul yolunda tümsekten geçerken söylemişti. Arabalarla ilgili teknik terimleri bildiğimi babama ve Erdoğan amcaya ispatlamalıydım.
Neyse ki çok geçmeden bir tümsekten daha geçtik. Hoplayan kıçlarımız daha koltuğa yapışmadan ben yapıştırıverdim bir “Az kalsın kafamız tavandan çıkacaktı.”
Babam, “Sus kızııııım” diye kızdı.
Oysa arabalarla ilgili bildiğim tek cümle buydu.

karaoğlanımızı getirdim


Sokaktan uzun uzun bir korna sesi yükseldi. “Hah, geldiler” dedi annem, cama koştu. Parmaklarımın ucuna basıp görmeye çalıştım. Babam, siyah bir arabanın yanında durmuş bize el sallıyordu. “Melahat, çocukları aşağı getir” dedi. Yanında Celal amca vardı.
Annem, “Üstünüze bir şey alın, inin hadi. Babanız arabayı getirmiş” dedi kardeşimle bana.
Merdivenlerden uçarak, en sonunda üç basamak kalınca yandaki demirden tutunup zıplayarak aşağıya indik. Babam bizi görünce gülümsedi. “Gelin” dedi. “Karaoğlanımızı getirdim.”
Ben şoför koltuğuna oturdum. Kardeşim yanıma. “Teybi yok mu baba?” dedim. “Taktırcaz” dedi babam. “Bu ne?” dedi kardeşim, “Küllük oğlum o, elleme içi pistir” dedi babam. “Bir sürü düğme var” dedim, kardeşim “bir kere çalıştıralım mı baba, nolur” dedi. “Dur oğlum Celal amcanı eve çıkarayım. Bir şey yapmayın sakın, hemen geleceğim ben.” dedi. Celal Cömert eski komşumuzdu. Araba galerisi vardı. Soyadı gibi cömert bir adamdı. Babamın sürücü kursuna gittiğini öğrenince, “Gel istediğin arabayı al, pratik yapman lazım senin şimdi” demişti. “Yavaş yavaş ödersin, yeter ki beğen.” Babam, önce olmaz öyle diye düşünmüş, sonra bir gece annemle yatağın üzerine oturup, babaannemin ördüğü yün çorabın içindeki cumhuriyet altınlarını sayınca, ‘neden olmasın?’ diye düşünmüştü.
Babam, Celal amcayı eve çıkardı, pencereden bakan anneme de ‘yukarı çıkıyoruz’ gibisinden işaret yaptı. Annem bir süre daha arabanın içinde oturan bize baktıktan sonra, pencereyi kapatıp içeri girdi.
“Emniyet kemerini takalım mı?” dedi kardeşim. “Olur” dedim. Emniyet kemerlerini çektik, epey zorlanarak yuvalarına taktık. Babam bizi kemerlerimiz takılı, sessizce otururken bulduğunda, ‘artık bir arabamız var’ diye düşünüyorduk.

uçan biftek


“Bir kilo biftek” dedim Mutlu Kasap’ın kapısındaki rengârenk şeritlerden oluşan sinekliği itip içeri girince.
“Yağsız tarafından… Annem iyi dövsün, bir de kekiklesin dedi. Misafir gelecek. ”
Kasap Muammer cevap vermedi. Dolabı açıp bir parça et aldı, tezgâhın üzerine koydu. Etten ince dilimler kesti. Tek tek alıp dövdü. Kekik döktü, yağlı kâğıda sardı.
“Borcum ne kadar?” dedim. “50 bin” dedi.
Annem tavaya ayçiçek yağı döktü, biftekleri kızarttı. Mutfak mis gibi koktu. Biftek dolu tabağa bakıp babama döndü, “İkişer parça mı koysam?” diye sordu. Babam “Yetmez” dedi.
Mutfak tezgâhına dizilmiş çilekli puding kâselerine baktım. Onlar yeter mi acaba diye düşündüm. Her bir kâseyle bir misafirin adını eşleştirdim. Annemi, babamı, ablamı, kardeşimi de saydım. Yetiyordu. Daha önce hiç çilekli puding yememiştim. Tadını merak ediyordum. Ama bunun gerçek bir çilekli puding olup olmadığı konusunda da endişelerim vardı. Süt yetmeyince annem bir bardak da su dökmüştü pudingi kaynatırken. “Bir şey olmaz” demişti babam. “Dök”
Kapı çaldı. Dilek ablam, Mustafa enişte, Mustafa eniştenin annesi Mukadder Hanım, Derya ablam ve teyzem parfüm kokuları ve gürültüyle içeri girdi. Herkes birbirini öptü, babam Mustafa enişteyle tokalaştı. Babamın Mustafa enişte için, bir kez pezevenk bir kez de görgüsüz pezevenk dediğini duymuştum. Mustafa abi, çalınır korkusuyla söktüğü oto teybi ve oto telefonunu dikiş makinesinin üzerine koydu.
“Hadi sofraya” dedi annem. Mukadder Hanım kürkünü çıkardı. Kırmızı boyalı tırnaklarına, leopar desenli elbisesine, pembe rujuna, siyah saçlarına baktım.
Sofraya geçtik. Annem herkesin tabağına birer parça biftek servis etti. Mukadder Hanım bıçağıyla bifteğinden küçük bir parçayı kesip, büzüştürdüğü dudaklarına değdirmemeye özen göstererek ağzına attı.
Yavaş yavaş çiğnedi. Onun gibi yapmak istedim. Bıçağı elime alıp diklemesine bifteğe batırdım. Çatalı da takıp eti ikiye ayırmaya çalıştım. Arada Mukadder Hanım’a bakıp doğru yapıyor muyum diye kontrol ettim. Eti delip tabağa dayanan çatal elimden kaydı, bıçak düştü, biftek uçtu.
Et parçası kendi etrafında döne döne yere düştü. Çok utandım.
Mukadder Hanım bir kahkaha patlattı, “Üzülme çocuğum” dedi. “Annen yenisini verir.”

hasan ölmüş


Köyden dönüyorduk. Arabanın içi tarhana ve armut kokuyordu. Kardeşimin kucağında hindistancevizi kaplı fındıklı lokum, ablamınkinde köy simidi vardı. Ben game boy oynuyordum.
Sokağın başına gelince annem bir çığlık attı. “Eyvah, apartmanda bir şey olmuş Adoş!” dedi. “Baksana kalabalığa…” Babam yavaşladı, arabayı sağa çekti. “Gülizarların akrabaları hep bunlar, vallahi bir şey olmuş.” dedi annem.
Babam arabadan indi, kalabalığa doğru yürüdü. Annem, uyuşmuş bacaklarıyla büyük adımlar atmaya çalışıp ellerini açarak, ağlayan insanlara, “Ne oldu, ne oldu?” diye sordu. Kardeşim, camı açıp karşı kaldırımda üzgün oturan halamın oğlu Ender’e el salladı. Ender yerinden kalktı, yanımıza geldi. Biz de arabadan indik. “Ne oldu?” dedim ben Ender’e. “Hasan ölmüş” dedi. “Niye ki?” diye sordu ablam. “Araba çarpmış” dedi. “Nerde?” dedim ben. “E5’te” dedi.
Biraz ilerde, “Ne işi varmış oralarda?” diye ağlayan annemin sesini duyduk, o tarafa döndük. “Kader” diye yanıtladı onu Meşhure teyze.
“Ecel” dedi Ender kocaman mavi gözlerini üçümüzün üzerinde gezdirerek. “Ecel onu çağırmış. Bir gün önce de Kadıköy’e gitmiş. Olayların içinde kalmış. Kafasına gözüne cop yemiş, kolunu cam kesmiş. Canına susamayan adam 1 Mayıs’ta Kadıköy’e gider miydi? Eceli gelmiş onun” dedi. Bunları halamdan duyduğu belliydi.
Hasan’ın babası Hüseyin amca bakkalın önüne dizilmiş sandalyelerden birine oturmuş, yüzü kapkara, başsağlığı dileyenlere ‘sizler sağolun’ diyordu. Yanına gittim, ona bir şey söylemeye cesaret edemedim, hemen solunda oturan babama sarıldım.
“Ecel” dedi Hüseyin amca yere bakıp. “Sen kalk orada karşıdan karşıya geç. Bir gün önce de kimseye haber vermeden Kadıköy’e gitmiş. Bayram harçlığını harcayacakmış. Ayakkabı alacam demiş annesine. Yarım akıllı oğlan, ne bilsin... Kalmış hengâmenin ortasında. Eceline susamayan adam, 1 Mayıs’ta Kadıköy’e gider mi? Sen söyle Adem Bey, gider mi?”

babamı gördünüz mü?



Olan olmuş, olacak olan olmuştur.
Ahmet Amiş Efendi


Bu dünyada ne olduysa ben yokken olmuş gibi geliyordu.
Barış Bıçakçı’nın Seyirci adlı öyküsünden


Babamı işten geri çağırıyorlarmış. Bıyıklı ve deri montlu arkadaşı geldi, “Yenge, Adem abi yok mu?” dedi anneme. Annem başının iki yanından sallanan yemenisini çenesinde toplamaya çalışırken, “Dışarı çıktı, hayırdır” dedi.
Ayakkabıları çamurlu adam, yer sofrasında kahvaltı eden ablam, kardeşim ve bana bakıp gülümseyerek, “İşten atılan arkadaşları fabrikaya geri çağırıyorlar. Adem abiyi bulmamız lazım. Gelip bugün imza atacak herkes” dedi.
Annem, belden lastikli eteğini çekiştirerek bize döndü, “Koşun babanıza bakın!”
Ben fırladım. Kahveye baktım. Yok. Tam emin olamadım. Bir daha baktım. Önlerdeki masalardan birinde iskambil oynayan Alattin amca, “Ne oldu kızım?” diye sordu. Alattin amca alt katımızda oturuyordu ve bizim okulda öğretmendi. Ona ‘Alattin amca’ mı, ‘Alattin öğretmenim’ mi diyeceğimi bilemediğimden hiçbir şey demezdim. Cevap vermedim. “Ayakkabıcı Yaşar amcadadır” dedim içimden, “Kesin oradadır”, koştum baktım, yoktu. Adil abinin marketine, Adem abinin kuruyemişçisine baktım. Yıldız bakkala, dede bakkala girdim. Soba, halı, portmanto gibi eşyalar satan Hasan Hüseyin abiye, ismini söylemekten hoşlandığım için belki, “Babamı gördün mü Hasan Hüseyin abi?” diye sordum. Kaportacı Ayhan abilere, Mutlu kasaba, dörtyoldaki parka, tanzime gittim. Babam yoktu.
Eve döndüm. Merdivenleri çıkarken, burun kökümde biriken acıyı daha fazla tutamadım. Kardeşim kapıyı açtı. Annem eğilmiş, kadife pantolonlu adama çay uzatıyordu. Çekilince babamı gördüm. Uzun, güzel dişleriyle gülüyordu.

david hockney


David Hockney hem boyadı hem de fotoğraflar çekip kesip yapıştırdı. Bir İngiliz olarak Los Angeles'tan hiç ayrılmadı. Yaz ortası, boş havuzlarda yüzen yalnız adamları ve yanlarındaki sandalye hep boş kalan kadınları resmetti. Onun resimlerine bakarken insan terler, bir soğuk kola açmak ister, şöyle tam da bir Amerikalı gibi... Ya da bir bira, yine de İngiliz kökenlerini kaybetmemiş gibi...
Hockney, sanata konu da oldu. 1974 yapımı Jack Hazan filmi, A Bigger Splash, Hockney resmini konu alır. Ressamın the boy who left home to learn fear için çizdiği resimler, bence bugüne kadar bir kitap için çizilmiş en güzel resimlerdir.
ingiltere'de 2007'de yürürlüğe giren bar, işyeri ve kamuya açık alanlarda sigara içmenin yasaklanmasını düzenleyen kanuna karşı da bir kampanya yürüttü. "bu yasak, politik ve medya eliti tarafından empoze edilen sosyal mühendisliğin grotesk bir parçası." dedi.

27 Ekim 2010 Çarşamba

ah o



okuya okuya yazmayı mı öğrenir insan yoksa tam da yazmamayı mı? niye bir porno film ya da acıklı şarkı etkisi yaratır ki okumak? porno izlerseniz mastürbasyon yapmanız, acıklı şarkı dinlerseniz hüzünlenmeniz gerekir. okuyunca da yazmak mı?

23 Ekim 2010 Cumartesi

punk kraliçesi ananızın elinden öpüyor!



Birinin bana şarkı dinletmesini, 'bak dur şimdi şunu dinle' demesini pek sevmiyorum. Şarkı hakkında yorum yapmam, onu hemen oracıkta beğenmem ya da yermem gerekiyormuş gibi geliyor. Halbuki şarkıları öyle sevmem. Onları sevmeye ya da sevmemeye karar verişlerim bir sürü başka şeyle de ilgilidir. Kimseye de şarkı dinletmem. Onların da benimkine benzer hassaslıkları olabilir çünkü. Ama bazen, başka şeylerde de olduğu gibi, heyecanlanıp dinletiyorum. Yüzlerine bakıyorum, benim hissettiğimi hissederler mi acep diye. Nafile. Neden böyle bir şey olsun ki. Mucizelere inanmam.
Zaten şarkılar hakkında 'İskandinav Usulü Minimal ve Melankolik', '60'ların asi ruhunu cazırdayan gitarlarla yeniden diriltiyor' ya da, 'Punkın kraliçesi bu son şarkısında ananızın elinden öpüyor' gibi cümleler de kuramıyorum.

21 Ekim 2010 Perşembe

eskiden rastlaşacaktık ya da şimdi tam zamanı


kadın olan, adam olanın sağ gözünün altındaki bir çiziğe okşar gibi dokundu. 'Naaptın burana?' dedi. Caddeden vızıltıyla geçen arabaların gürültüsünden duymuyordum ama sanki, "Hep böyle dikkatsizsin, bak kesmişsin şuracığını, ah ah..." diyordu. Adam gülümseyerek kadının yüzüne bakıyordu. Sonra, "Sen benim gençliğimi görecektin" dediğini duydum. Tanışmadıklarını, oracıkta rastlaştıklarını, ışığın kırmızıya dönmesinin şerefine bu büyülü anın vuku bulduğunu anladım. Adam kir pas içinde. gri kırçıllı bir palto geçirmiş sırtına, elinde, içi kâğıt, çöp, şişe dolu olduğunu sandığım bir çuval var. Kadın, bembeyaz saçları, üzerine bol gelen siyah ceketi, pis kahverengi pantolonu ve biri topuklu diğeri düz ayakkabasıyla adamın suratına bakıyor, yarasına dokunuyor. Adam yaşlı ama heybetli. Dediği doğruysa gençliğinde 'çok yakışıklı'. Işık yandı. karşıya geçtim. hiç tutmadım kendimi. ağladım. Ben hayatımda ilk defa şefkatin böylesini gördüm. iki evsiz, bir ışık, bir çizik, bir ihtimal...

19 Ekim 2010 Salı

insan yaşadığı yere benzer


mendilimde kan sesleri


Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

edip cansever

8 Ekim 2010 Cuma

légume


kadın tezgahın üzerinde greyfurtun içini oyuyor. erkek, yanımda oturmuş, kerevize benzeyen bir bitkiyi küçük parçalara ayırıyor. arada bana da uzatıyor, 'legume' diyor, 'anis' diyor. ikindi vakti, hava karanlık, paris'e yağmur yağıyor. biz o üç katlı evin ilk katındaki beyaz formika dolaplı, sarı ışık aydınlatmalı mutfakta, 'radyo france' dinleyip, 'legume'ler doğruyoruz noel yemeği olmaları için. saat daha erken ama, adam bir şişe şampanya açıyor. şampanyanın, nasıl denir, parayla filan ilgili bir şey değilmiş gibi açılması, yumuşak hareketlerle, ikindi vakti radyo dinleyip, sebze soyarken içilmesi bende bir acayip haller, bir tuhaf duygular... kadın, içini oyduğu greyfurt kabuğunun içine, lapamsı bir şeyler koyuyor kaşık kaşık, soyalı bişeymiş, anlatıyor bana, fransızca. 'oui, merci' filan diyorum. bu yemeği benim için yapıyor. et yemediğim haberi, benden önce gelmiş. büyük kafa ve el hareketlerinden destek alıp, gırtlaktan çıkabilecek tüm 'r'leri itiyorum. az konuşuluyor. her şey sanki sarı sisli bir ışık içinde. küçükken, annemlerin arkadaşlarıyla geceye uzayan sohbetlerini dinleye dinleye uyuduğum zamanlardaki gibi, içimden türkçe bir şarkı söyleyerek radyo france'daki fransızca şarkıya eşlik ediyorum.

bir daha


Rungis sebze halinde, o sene ocak ayında 38 bin 431 ton domates ithal edilmiş. O sessiz ve karanlık evi domates soslu makarnayla ısıtmaya çalışmamız. bir de senin piyanonun başına oturuşların. çalışların demiyorum bak. senin piyano başına oturmaların bir olay. bir de karamela dolu kavanozların. bahçeye çıkıp sigara yakıp susmalarımız. yazın çocuk çığlıklarıyla dolup taştığına yemin edebileceğimiz apartmanın arkasına düşen bahçede, üzerine kar yağmış çocuk parkı mobilyaları. sert plastikten kaydıraklar ve salıncaklar. o sonsuz mutluluk ve kasvet hissinin birbirini yenmeye çalışan iki pehlivan gibi habire boğuşması, ellerinin kayması, sonunda kasvetin kazanması.
paris'te, biz, senle, şehrin on dakika dışındaki bir evin arka bahçesinde çok güzel sigaralar içtik. yeni yılın bir daha üzerimizden hiç böyle büyük bir acıyla geçip gitmeyeceğini bilip susarak, o sessiz arka bahçede sigaraları yavaş yavaş ve çok güzel içtik.

28 Eylül 2010 Salı

baker


ulus'un yaptığına, tıpkı bir fırıncının her sabah erkenden kalkıp yaptığı gibi 'ekmek pişirmek' denmez mi? ulus'un yazdığına ekmek denmez mi? ulus'un yaptığı ekmek yenmez mi? ulus baker'in tüm sıkıntılarına, elini kolunu nereye koyacağını bilememelerine rağmen umutsuz olduğunu düşünmüyorum. metnin onu çok kolaylıkla, getirip sinizmin kapısına bırakması olasılığına rağmen, o her zaman meraklı, umutlu ve çalışkandı. ulus her sabah ekmek yapardı. tıpkı onun gibi geceden hamuru mayalayıp, güne taze ekmek kokusuyla başlamak lazım. yazmak lazım. ulus the baker.

öğle uykusu


gustave courbet, uyku

"Öğle uykusu bir zorunluluktur. Sizden bir şeyi kibarca istemek yerine basbayağı dayatır kendini. Oradadır işte, çekici, işveli, yumuşacık, kısacası dayanılmaz. Sıcaklığıyla sarar sizi, okşar, sever. Onu körü körüne izlersiniz. Gözleriniz siz istemeseniz de kapanır, bedeniniz gitgide gevşer, biraz sonra belli belirsizce içi boşalır sanki, hafifler, görünmez gibi olur, yok gibi. İçiniz mutlulukla, bir mutluluk biçimiyle dolup taşar. Bırakırsanız kendinizi, koyuverirseniz ve içten içe şaşırarak benliğinizi teslim edersiniz."

thierry paquot, bir sanattır öğle uykusu

26 Eylül 2010 Pazar

genç oğlanla yaşlı adam


bir insanı sevmek ne kolay aslında. genç, hatta epeyce küçük (belki 17 yaşında) ofisboy oğlanı sırf dudak kenarlarındaki dudak renginden azcık daha koyu çizgiler yüzünden sevdim. böyle diyorum ama başka sebepleri de var. onu ilk görüşümde sevdim. eli kolu zarf dolu, asansöre bindi, kıvırcık mı saçları, çok mu güzel burnu, masmavi mi gözleri, dolgun mu dudakları, kız gibi mi yoksa bu? hiç mi bakmaz insan yüzüne, utangaç mı, peki neden bu kadar şehvet dolu? atıf yılmaz hayatta, müjde ar da azcık genç olsa da bununla bir film yapsalar, izlemelere doyamam. ona bakmaktan, bu kadar güzel bir şeye bakmaktan kendimi alamıyorum. o güzelliğin, zarf taşıyan, kemikli, cinsiyetsiz ve gençlik dolu hali gibi. o ne? ben neyim? ona bakmak istiyorum sadece. insan neden güzele bakmak istiyor acaba, nasıl bir haz veriyor ki bakmak ona? o sadece güzel de değil, hiç ses çıkarmadığı için sanki bir hayvan. sanki ben de egzotik hayvanı gözleyen avcı. kasıklarında sancı. zarfları düşürdü yere. refleks, topladım verdim, teşekkür etti mi, yoksa bir inilti mi çıkardı, bilmem. muhtemelen trabzonlu bir anası var, ona karalahana aşı pişiren, kızkardeşi var, liseye giden, babası var, bunu döven. bunun da kemikleri var, beni ağlatan...
bir insanı sevmek ne zor aslında. orta yaşlı, siyah kemik çerçeve gözlüklü, kelleşmiş, bürokrasi insanı... iki çayı hesap makinesiyle hesaplayıp, para üstünü söyleyerek veriyor. misal 'iki çay 90 kuruş, para üstünüz 10 kuruş'. ters ters bakıyorum. aslında bütün gıcıklıklarına göz yumabilirdim, yanında çalışan herkesi mütemadiyen azarlamasaydı. hacer hanım iki tost hâlâ olmadı mı, mustafa boşları topla, sallanma, ahmet pelin hanımın gazozu unutuldu mu? mekanik bir ses tonuyla sürekli buyuruyor, sürekli azarlıyor, sürekli söyleniyor. dün de masaya oturmuş yüzlerce loto kâğıdını dolduruyordu. bir yandan da voliyi vurmak istiyor. muhtemelen evde, türbanlı olduğu için utandığı bir karısı, üç yaşında bir kızı var. annesigille altlı üstlü oturuyor ama parayı bulursa bakırköy'e falan taşınmayı düşünüyor. ona baktıkça bir insandan nefret etmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyorum. bıçağı kapıp karnını deşme şansımı azaltan, aramızdaki geniş tezgaha dua ediyorum.

ham sanat



jean dubuffet bir ara 'sanatta para yok' deyip baba mesleği olan şarap ticaretiyle uğraşmış. sonra da müthiş bir yıkıcı enerjiyle önüne gelen her akım, kişi, malzeme, durum, bok püsürü 'reddedip' kendini Breton'la birlikte kurdukları 'art brut' akımına vermiş. sanatın 'hamlığı'na kafayı takmış, olgunlaşmayı siktiretmiş, ama kendisi çok olgun bir insanmış. olgun insan lafını sevmiyorum. bana çok hataya yer yokmuş hissi veriyor. oysa insan her yaşta hata yapar. bu arada sanatçıların hayatını biri bana böyle anlatsın çok istiyorum. mesela 'elinden şarap şişesi düşmezdi götoğlanının' ya da 'hayta frengiden öldü' gibi şeyler söylesin ben onun bir resmini kuru boyalarla taklit etmeye çalışırken.

23 Eylül 2010 Perşembe

hazelton avenue


Alone in bed the joy is even deeper
I feel like I could - write a best seller.
diyor manic street preachers. onları 2000 yazında ne çok dinlemiştim walkmaninde. kadıköyde ikinci el kasetlerini bulmuş, sokaklarda terleye terleye dinlemiştim. sahipsiz arabanın arkasında tekel kanyağı, dimitrokopula şarabı içerken de iyi gitmişlerdi akşamüstlerinde. ama sonra unuttum onları. şimdi, tamm şimdi o hatırlattı, 'so take me back to hazelton avenue' diyerek.
yatakta tek başına dönüp durmak beni iyi yazar yapacaksa yapmasın, ben
yatağın içinde, kanepenin üzerinde, halıyla yeknesak, koltuğa ters oturup ayakları da dikip, rüzgârın tatlı tatlı okşadığı bir sonbahar öğleden sonrasında kumsalda, sabaha karşı çimenlikte, kar yağarken bankta, el ele yürürken bilmediğim bir sokakta, güneş batarken boğaz'da seni öpmek istiyorum.

22 Eylül 2010 Çarşamba

beykın


Francis Bacon, çok nadir istisnalar haricinde, varolmanın ıstırabını, ümitsizliği ve 'insanoğlunun kötü ruhluluğu'nu resmeder. Bacon, bir röportajda insanoğlunu 'doğası henüz gelişememiş hayvan' olarak nitelemiştir.
Eserlerinde genelde bir figür, kapatılmış/kafeslenmiş olarak bir iç mekânda resmedilir. İnsan tenini derisi soyulmuş, kasap penceresinde asılı hayvan eti ile ilişkilendirerek betimler. Figürler çarpılmış, güçlü bir devinim içinde hapsolmuş, bir girdaba ya da fırtınaya kapılmış gibilerdir. Tuvaller, genelde dini konuları resmeden ortaçağ resimleri gibi triptik olarak tasarlanır ancak işlenen konu olarak insanoğlunun yozluğu, kötülüğü ve karanlığı mevcuttur.
bugün iş yerinin yemekhanesinde patates yemeği yerken içinden et çıktı, liflerine ayrılmış, pembe kahverengi et. hissettiğim duygu üzüntüydü, bir sürü gerçek üzüntüden farklı bir gerçek üzüntü.
dün tophane'de olanlar hakkında herkes bir şeyler söylüyor. uğultu büyüyor, içimi derin bir umutsuzluk sarıyor. bir sürü derin umutsuzluktan farklı bir derin umutsuzluk. C. tophane'de büyümüş, tophane kötü bir yer olamaz. Bu gece rüyamda Francis Bacon'ı Tophane'deki kişisel sergisinin açılışında lif lif olmuş 'beykın' ve tophaneli c.'den dayak yerken görürsem bana da 'canım, naber, özledim, görüşelim' demesinler, aman demesinler.

20 Eylül 2010 Pazartesi

süpermarket


moda migros'ta, saçları l'oréal 10 numara açık sarıyla boyanmış 60'larındaki Hale Hanım'ın Ülker İçim krem peynirin bütün 'yeşil sermaye'liğini elinin tersiyle itmesi, Üsküdar Kiler'de, 325 TL'lik Aker başörtüsünün düşen iğnesini tekrar tutturmaya çalışan Kübra Hanım'ın Jacobs Gold hazır kahveyi 'düşman' nazarlarla süzmesi, Asiye'nin Bağcılar Tansaş'ta, tuvalet kâğıtlarının hemen yan rafında dizilmiş ve üzerinde 'Orkid Gece. Kanatlı, Esnek Koruma' yazan mor pakete uzanan nişan yüzüklü tombul eli, Uğur'un ekmek, kola, hazır köfte ve piko'lu, meryem'in dolmalık biber, yarım kilo kıyma, dereotu ve bir de son anda akla gelmiş 'aseton'lu market arabaları, üzerinde kırmızı mavi renklerle ŞOK yazan yaka kartına acemice adını yazıp yakasına asmış olan kasiyer Seher'in oksijenle açtığı saçlarına tutturduğu tel toka, çınnn! Manav reyonunda elmaları, maydonozları seven, konserve kavanozlarına tek tek dokunan, şekerlemelerin içindekiler kısmını okuyup, ekmek reyonundaki kokuyu içine çeken demiryollarından emekli Muhsin Bey, iki kırmızı tuborg, bir 2000 sigarası alan inşaat işçisi Mehmet, patates kroket, dondurulmuş pizza, çilekli süt ve renkli bir magazin dergisini araba almaya lüzum görmemiş kucağında tutan yalnız anne Şebnem, kırılan şişeden yere dökülen kolayı paspaslayan temizlik işçisi Hakan, genç kasiyer Arzu'yu öğle yemeğinde Burger King'e götürmek için yanıp tutuşan mağaza müdür yardımcısı Ali Tahir, ekmeğin fiyatının sadece bir saatliğine yarıya düştüğünü mekanik bir ses tonuyla anonslayan ve mesai saatinin bitimine 45 dakika kaldığını görüp sevinen Türkân...

7 Eylül 2010 Salı

serbis ve kafa


sabahın beş buçuğunda. zangııırrr. nasıl da üyümek ister bu küçük. b'yi unutmadım, no merak. büyümek değil, üyümek çünki. uykuya devam. 12 yaşındaki kemikleğrim uykuda usul usul, belki karıncaların falan duyacağı bir garç garç sesiyle büyürken... nasıl da kıııııış. zangııııır. uyumak istiyorum, daha sadece çocuğum ve iki kat çorabın altındaki kaval kemiklerim yemin ederim acıyo, havadan. sızlıyo, sovuktan.
serviste bir ben. ilk beni almış. hava daha aydınlanmamış. sonra o kızı almaya gidiyoruz. önce apartmanın ışığı yanıyo, sonra o kız ve annesi görünüyo merdivenlerden. uyku mahmuru annesi, kızı cin gibi. uyku mahmuresi annesinin pembe sabahlığı, çiçekli terlikleri... allajım, başkasının annesini sabah beş buçukta görünce, üzerindeki önceki geceden kalma kızartma kokusunu duyar gibi olunca afallamayacak kadar büyük değilim. ciğerim daha 12 yaşında ve tabii ki kollarım da. ama kafam önce çıktığına göre, o benden beş saniye büyük.

renoir tablolarındaki kadınlar gibisin


quiet days in clichy'de joey nys'e 'ne kadar dolgunsun, renoir tablolarındaki kadınlar gibi' diyor. renoir kadınlığın bir tür çocukluk olduğuna ve kadınların moral değerlerden bağımsız yaratıklar olduğuna inanıyordu. onun kadınları hafif dalgın, epey dolgun, biraz uyuşuk, neredeyse melankolik, çokça hazcıydı. haniyse, ağır ağır hareket eden birer haycan. hayvan yazacaktım, elim kaydı, haycan yazdım. siler miyim, silmem.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

boş zamanlarım


egon schiele sen ne güzel adamsın, ne acayip ressamsın. boş zamanlarımda senin resimlerini canlandırıyorum uzun uzun. "bakışlarıma ürkeklik serpip, biraz cesaret tütsülüyorum." oluyorum senin kadının. egon schiele, demiryolları çocuğu, danubeli "şanslı" velet, modellerini titizlikle seçtiğini biliyorum, geliyorum. benim şu anki yaşımda ölmüş olmanı anlıyorum.

talihsizlik, sıkıntı, elem, intihar


“Başka yerlerde de sürer hayat. Hayat her yerde sürer. Nereye gidersem gideyim dram var sanki. Bitten farkı yok insanların – teninin altına girip gömüyorlar kendilerini. Kanatıncaya kadar kaşınırsın, ama asla kesin kurtuluş yok bu bitlerden. Nereye gitsen hayatlarını berbat ediyor insanlar. Herkesin kendine ait bir trajedisi var. Kanımıza işlemiş – talihsizlik, sıkıntı, elem, intihar. Felaketlerle, asabiyetle, anlamsızlıkla dolup taşıyor atmosfer. Kaşın kaşınabildiğin kadar – derin soyuluncaya dek. Fakat benim üzerimdeki etkisi coşturucu… Daha çok felaket istiyorum, daha büyük afetler, daha büyük başarısızlıklar. Dünyanın yerinden oynamasını istiyorum, herkesin kaşına kaşına ölmesini.” (Yengeç Dönencesi – Henry Miller. Çeviri: Avi Pardo)

bu da kim?


Soru: Romanınız günün birinde karısının yerine tıpatıp benzeyen başka birinin geçtiğini fark eden psikiyatr Leo Lieberstein hakkında. Psikiyatri geçmişinizin burada etkili olduğunu varsayıyorum. Sizce Leo’nun teşhisi ne olurdu? Semptomları tam olarak neler?
Rivka Galchen: Çoğu kişi Leo’ya Capgras Sendromu teşhisi koyardı, eminim. Bu rahatsızlıkta hasta çeşitli nedenlerden dolayı en yakınlarının yerlerine onlara tıpatıp benzeyen yabancıların geçtiğine inanıyor. Çok yaygın değil, ancak yine de başa gelen bir şey. FBI’ın oğlunu çalıp tıpatıp bir benzeriyle değiştirdiğini ve bu benzeri de sevmeye başladığı için ondan da vazgeçmeyeceğini iddia eden bir Capgras vakası duydum mesela. İngiltere’de de bir adam geçirdikleri araba kazasından sonra karısının kazada öldüğüne, evinde yaşayanın ise bir yabancı olduğuna inanmaya başlamış. Mahkeme bu inançtan dolayı adama tazminat da ödemiş. Pek çok ilginç vaka var; hem tanıma hem tanımamaya dair bu durumu gözlemlediğimiz.
Leo’nun durumunda ise beni ilgilendiren yan bunun duygusal yansımalarının hepimizin hayatlarında var olması. Hayatım boyunca ardımdan açık unuttuğum ışıkları söndürmüş, yemeklerimi hazırlamış ve her işimi görmüş olan annem ben 25 yaşındayken bir gün ona bir bardak çay getirmemi söyledi bana. ‘Kim bu kadın?’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Özellikle yakınlarımıza atfettiğimiz kimi şeylerin yanlışlığına ve bu kişilerin anbean değişme ihtimallerinin de olduğuna inanıyorum. Alışkanlıklarımız en yakın olduğumuz kişilere karşı bizleri körleştirir, günlük rutinlerin içinde dönüşümlerini anlamak güçleşir iyice. Sonra, birden bire, küçük bir şeyin ardından – ‘Bu da kim?’ derken buluruz kendimizi.
(www.babygotbooks.com'dan alan sireninsesi.blogspot'tan alınmıştır.)

22 Ağustos 2010 Pazar

soğuk ama yakıyo, ılık ama üşütüyo


kış güneşi, kış elması, bere, boğaz ağrısı, ıhlamur, güneş, soğuk, ter, fotoğraf, sahilde, ilkbahar ikindisi, eylül yağmuru, yağmur sonrası çay sigara, çimen kokusu, ateş, ilaç, çorba, ceket, bot, kışın yavaş yavaş gelmesi, burun akması, çantada peçeteler, sigara, eldiven, dergi, otobüs, yürüyüş boğazda, şarap kadıköyde, müzik salacakta, radyo, vapur, çatal, çay, simit, çekirdek, bilet, konser, mesaj, hay allah, baktı mı, bakmadı mı, aramadı, olsun. kış geliyo. içime bişeyler oluyo.

balıklar ve çiçekler


Çocuktun, kırılgandın
Artık korku yok nemli gözlerinde
Yüzlerce binlercesi var
Omzuna oturmuş, ordan sana bakar
Çektin gittin baharın peşine
Güzelim renkler yüzünde
Artık dönüp bakmazsın
Güneşin solduğu evlere

Çıplak dursam, tanrıya sorsam
Niye ölür insan bile bile?
Ardımda yıllar sinsice kalbime sorar
Niye bu suçluluk niye?

Yolculuğun sonunda
Bembeyaz sevgini ört uykuma

Dün sabah seni gördüm
Aklın takılmış yine balıklara
Tertemiz, işsiz kalbin
Arabadan kaçıyor vahşi sokaklarda